ÇERKES DÜNYASI

Ç E R K E S ____D Ü N Y A S I

29 Nisan 2011

Çerkes mutfağı hakkında

KUZEY KAFKAS MUTFAK KÜLTÜRÜNÜN TARÎHÎ KAYNAKLARI
Evliya Çelebi'de Çerkes Mutfağı
Annesi tarafından Abaza olan ünlü seyyah Evliya Çelebi'nin (İstanbul 1611-Mısır 1862'den sonra) Seyahatname adlı lO büyük ciltten oluşan eseri gastronomi araştırmaları için de önemli bir kaynaktır.
Evliya Çelebi'nin babası Osmanlı sarayında kuyumcubaşı olan Derviş Zıllî efendiydi. I. Ahmet zamanında saraya alınan, sonradan Derviş Zıllî ile evlendirilen annesi Abaza olup, Melek Ahmet Paşa ile akrabadır.
Medrese eğitimi gören; hat, musikî, tecvit, ilm-i nahiv vb. dersler alan Çelebi, babası ve çevresindeki yaşlı kişilerin anlattığı serüven dolu hikayelerin etkisinde kalarak gezmeğe, uzak ül­keleri görmeğe merak sarar.
Kendi anlatımına göre bir gece rüyasında Peygamberimizi görmüş, "şefaat ya Resül-Allah." di­yeceği yerde, heyecanla dili dolaşarak "Seyahat ya Resül-Allah." demiş, bu olaydan sonra da seyyah olmuştur.
Ölümüne dek, başta istanbul olmak üzere, Osmanlı împaratorluğunun uzak yakın çeşitli illerini ve çevre ülkelerini gezen Çelebi, gördüklerim dikkatli ve ayrıntılı bir şekilde kaleme almış; bir bakıma yaşadığı yüzyılın sosyo-kültürel tarihini yazmıştır.
Evliya Çelebi Bursa, îzmir, Trabzon, Erzurum, Sivas, Van,Diyarbakır, Bitlis vb. illerle Suriye, Filistin, Irak, Hicaz, Mısır,Sudan, Rumeli, Balkanlar, iran, Azerbaycan,Gürcistan, Kırım,Kafkasya, Macaristan, Avusturya, Almanya, Hollanda, Lehistan,isveç, Rusya, Yunanistan vb. ülkeleri dolaşmış, verdiği çeşitli bilgiler yanında bu yerlere ait ziraî ürünler, yemek çeşitleri, ticarî mutfağa ait yemekler, beslenme ve mutfak kültürüne ait notları büyük bir ustalıkla aktarmıştır.
Bu bakımdan beslenme ve mutfak tarihi araştırmacıları, başta bu kaynak olmak üzere yerli ve yabancılarca kaleme alınmış seyahat yazılanna önem vermeli bunları tarayarak araştırmalannda kullanmalıdırlar.
Evliya Çelebi Seyahatnamcsi'nin Kafkaslarla ilgili bölümü Çerkes kültürü, tarih ve sosyal hayatı bakımından büyük önem arz etmektedir. Mehmet GÜNEŞ'in 1969 yılında İstanbul'da yayınlanan "Evliya Çelebi ve Haşim Efendi'nin Çerkezistan Notları" adlı kitabı Seyahatnamenin bu kısımları taranarak hazırlanmıştır. Biz bu notların Çerkes mutfak kültürüyle ilgili bölümlerini Çerkes gastronomisinin birinci elden kaynakları olması bakımından aynen aktarmakta yarar görmekteyiz:  "...Yemek vakti değilse bile "Hacı Cako istermiş" diye külde pişmiş beyaz ekmek getirirler. Ekmeğe bu diyarda Çako derler.
Çerkes Yemeklerinin Medhi:
Ekseriya darı unundan yapılmış pasta yerler, yani darı ununu katıca pişirip top top edip sıcak sıcak sezbale batırıp yerler. Sczbal bir çeşit bir şeydir kim cevizi havanda dövüp hardal ve tuz ile karıştırıp kaselere korlar ve cevizin yağım çıkarıp kırmızı frenk biberi ile dövüp o kırmızı ceviz yağıyla peynir yağını mezkur sezbal içine korlar ve pastayı bu sezbale batınp yerler.
Ve dahi, semiz koyun ve kuzulan, başı ve boynuzları ve tırnakları, ciğer ve böbreğiyle pak ve pakize yedi kat sularda yuyup arındırırlar. Mezkur koyunu büsbütün tandırda pişirip ziyafet sofrasına getirirler. Ama koyunu tandırda öyle pişirirler kim,sanki ilik olur.
Çerkesler, dağlardan avladıkları, karaca, sığır ve tablalı avlarını dahi böyle pişirirler. Dağlarında keklik, turaç, karatavuk,kaz ve ördekleri avlar ve kebap edip yerler.
Çerkes Meşrubatının Medhi:
Cümle, at sütü kımızı, talkan ve ayran ve kurud ayranı ve keskin bozalar ve keskin bal şerbetleri ve tatlı bal sulan ve tatlı maksıma bozaları içerler.
Ekseriya suyu az içerler. Evleri saz ve kamış örtülü ve çit örülü ikişer kapılı evlerdir. Atları başları uçunda ve silahları daima yanlannda durur. Kış günleri, kalın meşe kütükleri evlerinin orta ycrinde yakıp, bütün çoluk çocuklarıyla ateş basında sohbet edip otururlar. Evleri kışın hamam gibi sıcak olur.
Çerkeslerin Yemek Adetleri:
Çerkesler yemeğe başlamadan, ağaç sofraları meydana geldiğinde bir balmumu yakarlar, herkes bu balmumuna bir kere "Danev danev mamelök" deyip tapınıp ondan sonra yemeğe başlarlar. Yine yemekten sonra muma öyle yapar, sofrayı kaldırırlar, bir garip temaşadır.
Çerkeslerin de yaşadığı Kafkasların ziraî zenginliklerine temas eden Evliya Çelebi Çerkes mutfağında önemli bir yeri olan kümes hayvanlarım "...Yaban ve kır tavuktan da meşhurdur.."diyerek ifade eder. Aynca ... dağlarında, limon, turunç, zeytin,incir ve nardan gayn her türlü çeşit çeşit meyvaları vardır, ifadesiyle de bitki örtüsü zenginliğini belirtir.
Çelebi, Seyahatnamesinde mutfak etnografyasma da temas eder. Gezdiği bir yeri anlatırken: ".. Bütün heykellerin ayakları dibinde, laal, yakut, elmas, zümrüt, zeberced ve Seylan firuzesi,kehribarlar ve kerpiç kerpiç altın ve gümüşten hesapsız, kazan ve tencereler vardı. Hele, altın ve gümüş sahanlar gayet murassaydı. Kazan ve tencerelerin içlerine onar manda sığacak kadar büyüktü. Vesair, gümüş, altından mamul tepsi, sahan,kebap şişleri ve iskemle ve başka eşyaların hesabını huda bilir.
Çerkeslerin geleneksel konukseverliklerine de işaret eden Çelebi, karşılaştığı bir olayı şöyle nakleder:"Allah şahittir ki aynen böyle oldu. Bir Çerkese misafir idik.Ev sahibimiz bize izzet ikramda kusur etmiyordu. Bir ara dışarı çıktı. Biraz sonra içeri girip sığır derisindcn sofrayı orta yere yaydı. Ağaçtan ve gayet sanatkaranc yapılmış sahanlar içerisinde, pasta, peynir, bal ve ekmeği önümüze koyup "Aşan konaklar, helal bulsun, benim babası canın scvcscn" yani, "Balı yiyin helal olsun, babamın canına dcğsin." dedi. Biz de Manoğlu Hapishanesindcn yeni çıkmış gibi sofraya öyle bir giriştik ki cllerimizin varup gelmcsine göz ormezdi..."
Evliya Çelebi, Kafkaslarda tanıdığı bir Çerkes kabilesini tanıtırken onların beslenme ve mutfak kültürlerine de temas eder:"Mamşuğlar'da halis Çerkes evlatlarıdır. Yurtları Abaza dağları dibinde ve gayet sarp yerde, karanlık ulu ormanlar içindedir. Nüfusları on binden biraz azdır. Beyleri ve başbuğları yoktur. Tamamen serazat yaşayan bir kavimdirler. Mamşuğlar diğer Çerkes kavimleri gibi kavgacı ve cengaver, asker bir millet değildir. Ehli kitap olmadıkları gibi belli bir mezhepleri de yoktur. Başka kavimlerle asla alışveriş etmez, kimseye karışmazlar,yabancılardan kız almaz, kendinden olmayana da kız vermezler.
Yabancılarla bir sofraya oturup yemek dahi yemeyen Mamşuğlar, başka kavimlerin eşyasına, malına el sürmezler, başkalarıda onların hiçbir şeyine el vurmazlar.
Tavuk ve domuz eti yemezler, hiç kimsenin malım ve yiyeceğini de yemezler. Ama misafire pek çok riayet eder, asla misafirlerin bir şeyine dokunmaz, uğurlamazlar yani çalmazlar.
Talan, yağma ve kan dökmezler, bal ve peynir yemezler, bakla,nohut ve pasta yemekleri mevcut oldukça, bıçakla hayvan kesip et yemezler. Meğer ki yiyeceksiz kalmış olalar. Yiyecek başka bir şey bulamaz, yahutta mecbur kalırlarsa o zaman semiz hayvanlarım kesip yerler. Koyunları, kuzuları ve sığırları gayet çoktur, fakat domuzları asla yoktur. Bal suyu içerler, boza içmezler."




Haşim Efendi'nin Hatıralarında Çerkes Mutfağı:
Türkçe'de Kafkasya'nın genel durumu ve Çerkesler hakkında bilgi veren tarihî kaynaklar yok denecek kadar azdır.Bunlardan en önemlisi daha önce de belirttiğimiz gibi Evliya Çelebi Seyahatnamesi'dir. Yine gezi türünde kaleme alınmış ikinci eser ise Soğucak muhafızı olup, sonradan Osmanlı Devletinin ilk Kafkasya Valisi olan Ferruh Ali Paşa'nın katibi olan Haşim Efendi'nin hatıralarıdır.
Halen Topkapı Sarayı Kütüphanesi H 1564 numarada kayıtlı bu eser 1969 yılında "kısmen sadeleştirilip lüzumsuz teferruattan ayıklanmak suretiyle" Mehmet Güneş tarafından yayımlanmıştır.
Çerkes tarihinin bir bölümüne ışık tutması yaranda, az da  olsa beslenme ve mutfak kültürüne ilişkin bilgiler veren bu eser konumuz bakımından önem arz etmektedir.
Haşim Efendi'nin tespitleri şunlardır:
"... Bazı zabitler ise, kıyafetlerinden fakir olduklanna hükmetmiş ve yanlanna yaklaşıp, yumurta ve yoğurt için para vermek istiyorlardı. Verilen parayı elinde evirip çeviren Dağlı, bunu yere atıyor ve kendi dilinde biz yoğurt, yumurta satmayız diyerek" geleneksel Çerkes misafirperverliğini gösteriyorlardı.
Haşim Efendi, Çerkeslerin millî karakerlerinin önemli bir özelliğim şöyle dile getirmektedir:".. O da, Çerkeslerin tatlılık ve yumuşaklıkla, izzet ve ikramla elde olunabileceğim, zor kullanılarak Çerkeslerin devlet otoritesine sokmanın imkansız olduğunu.." söylüyordu.
Türkler de ve birçok Doğulu toplumlarda görülen kılıç ve ekmek üzerine yemin etme seremonisinin Çerkeslerde de yaşadığı hatıratta şöyle bir olayla anlatılmaktadır:".. Bundan sonra paşanın önüne bir parça ekmek ve bir kılıç getirip kondu. Önce,henüz bir saat evvel bu vazifeye tayin edilmiş olan deli başı Hacı Hasan, kethüda olarak Ali Paşa'nın huzuruna geldi ve ellerini kılıç ekmeğe koyduktan sonra ..yemin etti."
Yine Çerkes misafirperverliğine ilişkin olarak ".. Alay,köyde büyük bir merasimle karşılandı, gelenler beşer onar evlere misafir olundu. Çerkeslerin eski adetlerine göre, binlerce kişiyi ağırlayacak kadar pasta, boza ve meze hazırlanmıştı. Çerkesler sebze yemeklerine iltifat etmediklerinden kayınpeder Hasan Bey, yüzlerce koyun ve sığır kesmişti."
Haşim Efendi'nin verdiği malümata göre ".. O devirde Çerkesler, gençlere, fazla hantallaşmamalan için karnı doyasıya ekmek yedirmezler, yumuşak döşek yerine sert ve düz keçelerde yatırırlardı. Böylece hem vücut güzelliği korunur hem de sıhhatlilik elde edilirdi."
*Mehmet Güneş'in Notu: "Çerkeslerde yemeğe başlamadan, sofra büyüğünün bir konuşma (dua) yapması adettir. Asetinler buna arfe derler. Bu tapınmak değildir,bu adet 20.yy’da Türkiyede de tatbik edilir, hatta konuşma misafirden sonra ev sahibi tarafından da cevaplandırılır.
Kaynak:
Kuzey Kafkas mutfak kültürü ve yemekleri...Nimet Berkok - Kamil Toygar

28 Nisan 2011

XVIII-XIX ASIRLARDA ADIGE NÜFUSU

Adige tarihinde en karışık meselelerden birisi de,18. ve 19. yüzyıllarda Adigelerin toplam nüfusu hakkındaki rakamlardır.
Adigelerin nüfusu hakkında bilgiler, kısmen 18.yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başladı.
Bunun nedeni anlaşılabilir tabii ki: Rus Kafkas savaşları tırmandıktan sonra, hem Ruslar hem başka ülkelerden gelen temsilciler Adigelerin (Kaberdey, Besleney, Şapsığ, Abezeh, Natuhac, Bjeduğ, Kemırguey ,Janey vd.) sayısı ile ilgilenmeye başladılar.
İnsan sayısı...
 Bu konuya ilk alaka gösterenler Rusların bölgedeki casusları ve diplomatları oldu.
Bunların o dönemlerde gösterdikleri rakamlara göre, Adigelerin toplam nüfusu üçyüzbin ile beşyüzbin arasında değişen sayılarda görünüyordu.
Bu sayıları 18.yüzyılın ilk yarısındaki nüfus olarak gösterenlerden Rus generali Blagamberg: 500 000, Baron Stal:307 000, Rus yazar Tornau: 495 000 olarak vermektedir.
Adige yazar ve aydını Hanceriy’in verdiği rakama göre ise, 1936 yılında Adigelerin toplam nüfusu 265 000 idi. Adolf Berge’in 1858 yılı rakamı olarak verdiği sayı ise Hanceriy’den biraz daha fazla olarak 290 000 kişidir.
Şaşırtıcı olan şey ise, Sovyet dönemi tarihçilerinden Kafkas savaşları ile ilgilenmiş olan bir kaç kişinin de bu rakamlar konusunda hemfikir görünmeleridir.
Örneğin bu tarihçilerden birisi olan Konstantin Gardanov’un verdiği rakamlara göre Adigelerin 18.ve 19. yüzyılda sayıları 500 000’i geçmiyordu.
Adigelerin yaşamını ve geleneklerini en derinlemesine inceleyen kişilerden birisi olan Polonyalı devrimci Teofil Lapinski (1826–1886) dir.
Lapinski 1857 yılında Kafkasya’ya gelerek üç yıl süre ile Şapsığların, Abezehlerin, Natuhacların ve diğer halkların arasında yaşadı, dolayısıyla onun bu üç yıl içerisinde Adigelerin sayısı konusunda bilgisi olmaması düşünülemez.
Lapinski’nin 1863 yılında Hamburg’da yayınladığı “Kafkas dağlıları ve Ruslara karşı yürüttükleri "özgürlük mücadelesi” kitabında yazdığına göre; K’ıaxe Adigelerinin (Kaberdeyler ve Besleneyler hariç) sayısını “900 000’in üzerinde” olarak vermektedir ki söylediğimiz gibi buna Kaberdey, Besleney dahil değildir.
Bu konuda “Savaştaki Çerkes halkının sayısını tam olarak kimse bilmiyor, benim tahminime göre onların sayısı 900 000’in üzerindedir” yazıyor Lapinski.
Bir başka Rus kaynağında 290 000 gibi bir sayıya rastladım.
Rus kaynaklarından aldıkları rakamları kullanan birçok Avrupalı yazar ve araştırmacı da bu rakamlara yer veriyorlar kitaplarında.
O dönemde Çerkesler ile savaşan Rus ordusunun sayısı, deniz kuvvetleri hariç olmak üzere 200 000’in üzerindedir.
Eğer Çerkeslerin toplam nüfusu söylendiği gibi 290 000 olsaydı, Rus çarı herhalde 200 000 askerden oluşan bir ordu göndermezdi Kafkasya’ya.
Söylediğimiz gibi Lapinski’nin Kafkasyaya gelişi, 1857 yılına yani savaşın son dönemine rastlamaktadır.
1829 yılında Rus ordusu adına bölgede casusluk faaliyeti yürüten G.V Noviçki’nin verdiği rapora göre, o tarihte K’axe Adigelerinin sayısı [diğer bir deyişle Psıj nehrinin diğer yakasındakilerin] 263 000 olarak gösterilmektedir.
Noviçki bir yıl sonra tekrar bölgeye dönerek, araştırmasına K’axe Adigelerinin tümünü kapsayacak şekilde devam etti.
Onun o dönem yürüttüğü casusluk faaliyetlerine Abat Besleney ve Abat Ubıx isimli iki kardeşin yardım ettiklerini yazan Hanceriy, aynı zamanda Abat Besleney’in çok büyük bilgisi olan birisi olduğunu da özellikle vurgulamaktadır.
Noviçki’nin Abat kardeşlerden aldığı bilgi ile kendi araştırmasını birleştirerek bu rakamlara ulaştığını tahmin etmek güç değildir.
İkinci yıl yürüttüğü araştırmada ise Noviçki K’axe Adigelerinin toplamını 1 082 000 olarak vermekte, bu nüfusun 54110 aileden oluştuğunu her ailede ortalama 20 kişi olduğunu yazmaktadır. (O dönemin büyük aileleri düşünülünce bu rakamlar doğru görülmekte, daha sonra bu konuda yazanların da verdikleri bilgilerde her Adige ailesinde 20’den az kişinin olmadığı başka araştırmacılar tarafından da belirtilmektedir)
Günümüz araştırmacıları ise, bu rakamları abartılı bulmakta, kabul etmemektedirler.
Onlara göre o dönemde ortalama Adige ailesinde ortalama nüfus 8 kişi civarındadır.
Fakat konu hakkında doğru dürüst bilgisi olan ve Eski Adige aile yaşantısını bilen bilimadamları, o dönem Adige ailelerinde 20 kişinin hatta daha fazla nüfusun olmasını normal karşılıyor, o dönem ailesinde bir kaç nesilin ve bir kaç kardeşin bir arada yaşadığını hatırlatıyorlar.
Adige töresinde, ailenin büyüğü (tx’amade) yaşadığı sürece, tüm aile aynı çevrimli alan içerisinde bazen bir bazen bir kaç ev olarak yaşarlar. Dolayısıyla bizim aile yapımıza göre aile olarak adlandırılan şey başında büyüğü (tx’amade) olan ev(ler)dir.
Bu ev veya evler bir kaç aileden oluşurdu söylediğimiz gibi.
Noviçki’nin 54110 olarak belirttiği aile(pş’ant’e) dediğimiz ve yukarıda anlattığımız aile biçimidir, bu gün anlaşılan çekirdek aile değil, zaten kendisi de bu kelimeyi “dvor-avlu” sözcüğü ile tanımlamaktadır.
Aynı şeyleri Kaberdey Adigeleri için de söylemek mümkündür.
Pek çoğunun hiç hoşuna gitmiyor Adigelerin sayılarının geçmiş dönemlerde (örneğin 16. 18. yüzyıllarda)yüksek verilmesi, yüksek yazılıp söylenmesi.
Örneğin Berje’in verdiği rakama göre, 1858 yılında Kaberdeylerin sayısı 36 000’i geçmemektedir.
Onunla aynı kafada olan Sovyet tarihçileri de vardır.
Bunun nedeni anlaşılabilir bir şey değildir bizce, niçin Adigelerin sayısını özellikle düşük göstermek gibi bir çaba içerisinde olsun birileri?
Rus ordu komutanlığında görevli Johan Blagamberg 1834 yılında yayınladığı “Tarihi, topografik, etnografik ve istatistik yönlerden Kafkas savaşının betimlemesi” isimli kitabında, 1804 yılında Kaberdey ailelerinin sayını 45 000 olarak vermektedir.
Kanlı savaştan ve bulaşıcı hastalıklardan sonra bölgede kalan Kaberdeylerin sayısı yine Blagamberg’e göre 30.000 civarındadır.
Onun yazdıkları doğruya en yakındır, çünkü 18. yüzyılda bölgede yaşayan insanlardan, 19.yüzyıl başlarında geriye kalanların sayısı nüfusun 10’da 1’idir.
Tarihi bilgiler 18.yüzyıl sonunda Kaberdey bölgesindeki Adigelerin sayısının 500.000’den az olmadığını göstermektedir.
1793 yılında Kaberdey bölgesine gelen akademisyen Peter Simon Pallas’ın yazdığına göre, bir saldırı anında Kaberdeyler tek seferde 20.000 atlıyı harekete geçirebilmekteydiler.
Tarihi bilenler az çok bilirler ki bir saldırıda öncelikle cepheye gidenlerin büyük çoğunluğu wuerq sınıfından olanlardı.
Bunun anlamı:Eğer o dönemde Kaberdey nüfusu 500.000’den az olsaydı,bir seferde 20.000 atlı wuerq çıkartabilmeleri mümkün olmazdı.
Ayrıca bir savaş anında toplanıldığında ise, bu wuerqlerin her birisinin yanında yaya veya atlı olarak 5-6 savaşçı olurdu.
Bir başka deyişle Akademisyen Pallas’ın da doğruladığı bilgiye göre, Adigeler bir savaşta cepheye atlı veya yaya olmak üzere 100.000 civarında asker toplayabilmekteydiler o dönemde.
Böyle bir ordu toplayamasalar 1707 yılında Kırım hanının 80.000 kişilik ordusunu dağıtabilirler miydi? Bu savaşla ilgili Rus ve Avrupa tarihçileri detaylı bilgiler vermektedirler.
Profesör Dzemıx’ Qasbolet eski Adige ailelerinde 20’den fazla insan olduğu düşüncesini desteklemektedir. Onun yazdığına göre eski Adige ailelerinde 20 ile 100 arasında fert yaşadığı olurmuş.
Kasbolet bunun nedeni olarak da, yukarıda söylediğimiz gibi bir Adige Avlusunun içerisinde bir kaç kardeşin bir veya bir kaç ev olarak birlikte yaşamalarını göstermektedir.
Bu bilgilerden hareketle Dzemıx’ Qasbolet 18. yüzyıl ortalarında Kaberdey bölgesinde 450.000 civarında insanın yaşadığını yazıyor ve tarihi bilgilerden Kaberdey Adigelerinin bir gün içerisinde 30.000 atlıdan oluşan birlik meydana getirebildiklerinin anlaşıldığını belirterek dikkatimizi çekiyor “Bu bahsettiğimiz rakam sadece Kaberdeylerdi”
Birçok bilimadamı Bu gün Adigey olarak adlandırdığımız K’axe Adigelerinin sayını 1 milyondan fazla olarak vermektedirler.
Bu düşüncede olanların birçoğu 1.700.000 sayısında birleşmektedir.
Örneğin Nikolay Tarasov 1853 yılında şöyle yazmaktadır : “Mareşal Çerkasskiy’in emri ile yapılan araştırmada toplanan bilgilere bakılırsa Adigelerin sayısı 1.700 000 civarındadır, onlar cepheye 250 000 asker sürebilecek güçtedirler.
Psıjj bölgesi Kazaklarının tarihi üzerine araştırmalar yapan F.A. Şerbina, Noviçki’nin gösterdiği 1.082.200 sayısının az olduğunu belirtmekte, K’axe Adigelerinin sayısının bundan çok daha fazla olduğunu yazmaktadır.
Adigelerin sayısının milyonun çok çok üzerinde olduğunun bir başka delili ise, savaş sonunda Kafkasya’dan sürgün edilen Adigelerin sayısıdır.
Abhaz bilimadamı Georgiy Dzidzariya’nın yazdığına göre, savaşın hemen sonrasında 900.000 civarında Adige Osmanlı’ya sürülmüştür. O dönemde Kafkasya’da kalan toplam Adige sayısı sadece 100.000 kişidir.

[Qermoque Hamid] /Adige Psalhe Gazetesi Mayıs 2006
Çev:Ergun YILDIZ

ADIGE YAZARLARINDAN / OZANLARINDAN BAZILARI



Bjjx'el' Liwan (VI L'eş'ığue)  - Xet'ohuşşıquey quaje, Qaberdey.
Бжыхьэл1 Лиуан (VI л1эщ1ыгъуэ)-Хьэт1эхъущыкъуей къуажэ, Къэбэрдей.

Жьэк1эмыхъу Хьэжысмел (1923-1965) - Къущрыкъуэй. 

Şşawejj Yelmırze (1898-1979) - Anzorey .
Щауэжь Елымрзэ (1898-1979) - Анзорей.


Bırsey Umar (1807-1912) - X'ak'urinex'able. Бырсей Умар (1807-1912) - Хьэк1уринэхьэблэ.

Qeşej T1alib (1866-1931) - Qarmex'able.
Къэшэж Т1алиб (1866-1931) - Къармэхьэблэ.


Tambiy Pague(1873-1928) - X'et1ehuşçıquyey (Zeique).
Тамбий Пагуэ(1873-1928) - Хьэт1эхъущыкъуей (Зеикъуэ).


Yelbed Hesen (1886-1697) - Kışşpek.
Елбэд Хьэсэн (1886-1697) - Кыщпэк.


Sıjjajje Qılışıque (1863-1945) - X'et'ehuşşıquey yipşşe.
Сыжажэ Къылышыкъуэ (1863-1945) - Хьэт1эхъущыкъуей Ипщэ.


Ax'metıque Qaziy-Beç (1870-1929) -X'at'ohuşşıqueyts'ık'u quaje, Qayser.
Ахъмэтыкъуэ Къазий-Бэч (1870-1929)Хьэт1эхъущыкъуейц1ык1у къуажэ Къайсэр.


X'ehupaş'e Amırhan (1882-1972) - Şıpşx'able.
Хьэхъупащ1э Амырхъан (1882-1972) - Шыпшхьэблэ.


 Çım Peşşhan (1888-1959) - Anzorey quaje.
Чым Пэщхъан (1888-1959) - Анзорей къуажэ.


 Mıjjey Sex'id (1850-1949) - Yinjjıcışxue quaje (büyük zelençuk).
Мыжей Сэхьид (1850-1949) - Инжыджышхуэ къуажэ.


Tsey İbrexim (1890-1936) - Şenciy quaje.
Цей Ибрэхьим (1890-1936) - Шэнджий къуажэ.

TS'ağue Nuriy (1893-1936) - Bereqe quaje.
Ц1агъуэ нурий (1893-1936) - Бэрекъэ къуажэ.


X'et'ehuşşoque Qaziy (1841-1899) – X'esenbiy quaje.
Хьэт1эхъущокъуэ Къэзий (1841-1899) - Хьэсэнбий къуажэ.


Tewçej Tsuğ (1855-1940) - Ğuebequey quaje.
Теучэж Цугъ (1855-1940) - Гъуэбэкъуей къуажэ. 

Нэгумэ Шорэ (1794-1844) - Жыцу къуажэ, Къэбэрдей.

Han-Ceriy Sultan (1808-1842) - Hımışş quaje, Adıgey.
Хъан-Джэрий Сулът1ан (1808-1842) - Хъымыщ къуажэ, Адыгей.






 
Paş'e Beçmırze (1859-1936) - Kılışbiyx'able.
Пащ1э Бэчмырзэ (1859-1936) - Кылышбийхьэблэ.


Ağnoque Laşe (1851-1918)- Dehuşıquey quaje
Агъынокъуэ Лашэ (1851-1918)- Дэхъушыкъуей къуажэ.


 Çerim Muxez (1887-1959) - Qanşıwey.
Чэрим Мухьэз (1887-1959) - Къаншыуей.


Jjek'emıhu X'ajısmeyl (1923-1965) - Queşırquey.
Qrım-Ceriy Sultan (1843-1872) - Netıhuey quaje.
Кърым-Джэрий Сулът1ан (1843-1872) - Нэтыхъуей къуажэ.


Qazceriy Sultan (1807-1863) -Kudaque x'able. 
Къазджэрий Сулът1ан (1807-1863) - Кудакъуэ хьэблэ.
Quedzoque Lequmen (1818-1893) - Abıqux'able.
Къуэдзокъуэ Лэкъумэн (1818-1893) - Абыкъухьэблэ.
Qezanoque Jebağı (1686-1750), -  X'et'ohuşşıquey, Qeberdey.
Къэзанокъуэ Жэбагъы (1686-1750), - Хьэт1охъущыкъуей, Къэбэрдей.
K'ıaşe Adelceriy (1837-1872) -     K'ıaşx'able, Şerces.
К1ашэ Адэлджэрий (1837-1872) - К1ашхьэблэ, Шэрджэс.
Adıl-Ceriy Sultan (1819-1876) - Hımışş quaje, Adıgey.
Адыл-Джэрий Сулът1ан (1819-1876) - Хъымыщ къуажэ, Адыгей.

Neğume Şore (1794-1844)       - Jıtsu quaje, Qaberdey.

26 Nisan 2011

XVIII-XIX ASIRLARDA ADIGE NÜFUSU


Adige tarihinde en karışık meselelerden birisi de,18. ve 19. yüzyıllarda Adigelerin toplam nüfusu hakkındaki rakamlardır.

Adigelerin nüfusu hakkında bilgiler, kısmen 18.yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başladı.

Bunun nedeni anlaşılabilir tabii ki: Rus Kafkas savaşları tırmandıktan sonra, hem Ruslar hem başka ülkelerden gelen temsilciler Adigelerin (Kaberdey, Besleney, Şapsığ, Abezeh, Natuhac, Bjeduğ, Kemırguey ,Janey vd.) sayısı ile ilgilenmeye başladılar.
İnsan sayısı...
 Bu konuya ilk alaka gösterenler Rusların bölgedeki casusları ve diplomatları oldu.

Bunların o dönemlerde gösterdikleri rakamlara göre, Adigelerin toplam nüfusu üçyüzbin ile beşyüzbin arasında değişen sayılarda görünüyordu.

Bu sayıları 18.yüzyılın ilk yarısındaki nüfus olarak gösterenlerden Rus generali Blagamberg: 500 000, Baron Stal:307 000, Rus yazar Tornau: 495 000 olarak vermektedir.

Adige yazar ve aydını Hanceriy’in verdiği rakama göre ise, 1936 yılında Adigelerin toplam nüfusu 265 000 idi. Adolf Berge’in 1858 yılı rakamı olarak verdiği sayı ise Hanceriy’den biraz daha fazla olarak 290 000 kişidir.

Şaşırtıcı olan şey ise, Sovyet dönemi tarihçilerinden Kafkas savaşları ile ilgilenmiş olan bir kaç kişinin de bu rakamlar konusunda hemfikir görünmeleridir.

Örneğin bu tarihçilerden birisi olan Konstantin Gardanov’un verdiği rakamlara göre Adigelerin 18.ve 19. yüzyılda sayıları 500 000’i geçmiyordu.

Adigelerin yaşamını ve geleneklerini en derinlemesine inceleyen kişilerden birisi olan Polonyalı devrimci Teofil Lapinski (1826–1886) dir.

Lapinski 1857 yılında Kafkasya’ya gelerek üç yıl süre ile Şapsığların, Abezehlerin, Natuhacların ve diğer halkların arasında yaşadı, dolayısıyla onun bu üç yıl içerisinde Adigelerin sayısı konusunda bilgisi olmaması düşünülemez.

Lapinski’nin 1863 yılında Hamburg’da yayınladığı “Kafkas dağlıları ve Ruslara karşı yürüttükleri "özgürlük mücadelesi” kitabında yazdığına göre; K’ıaxe Adigelerinin (Kaberdeyler ve Besleneyler hariç) sayısını “900 000’in üzerinde” olarak vermektedir ki söylediğimiz gibi buna Kaberdey, Besleney dahil değildir.

Bu konuda “Savaştaki Çerkes halkının sayısını tam olarak kimse bilmiyor, benim tahminime göre onların sayısı 900 000’in üzerindedir” yazıyor Lapinski.

Bir başka Rus kaynağında 290 000 gibi bir sayıya rastladım.

Rus kaynaklarından aldıkları rakamları kullanan birçok Avrupalı yazar ve araştırmacı da bu rakamlara yer veriyorlar kitaplarında.

O dönemde Çerkesler ile savaşan Rus ordusunun sayısı, deniz kuvvetleri hariç olmak üzere 200 000’in üzerindedir.

Eğer Çerkeslerin toplam nüfusu söylendiği gibi 290 000 olsaydı, Rus çarı herhalde 200 000 askerden oluşan bir ordu göndermezdi Kafkasya’ya.

Söylediğimiz gibi Lapinski’nin Kafkasyaya gelişi, 1857 yılına yani savaşın son dönemine rastlamaktadır.

1829 yılında Rus ordusu adına bölgede casusluk faaliyeti yürüten G.V Noviçki’nin verdiği rapora göre, o tarihte K’axe Adigelerinin sayısı [diğer bir deyişle Psıj nehrinin diğer yakasındakilerin] 263 000 olarak gösterilmektedir.

Noviçki bir yıl sonra tekrar bölgeye dönerek, araştırmasına K’axe Adigelerinin tümünü kapsayacak şekilde devam etti.

Onun o dönem yürüttüğü casusluk faaliyetlerine Abat Besleney ve Abat Ubıx isimli iki kardeşin yardım ettiklerini yazan Hanceriy, aynı zamanda Abat Besleney’in çok büyük bilgisi olan birisi olduğunu da özellikle vurgulamaktadır.

Noviçki’nin Abat kardeşlerden aldığı bilgi ile kendi araştırmasını birleştirerek bu rakamlara ulaştığını tahmin etmek güç değildir.

İkinci yıl yürüttüğü araştırmada ise Noviçki K’axe Adigelerinin toplamını 1 082 000 olarak vermekte, bu nüfusun 54110 aileden oluştuğunu her ailede ortalama 20 kişi olduğunu yazmaktadır. (O dönemin büyük aileleri düşünülünce bu rakamlar doğru görülmekte, daha sonra bu konuda yazanların da verdikleri bilgilerde her Adige ailesinde 20’den az kişinin olmadığı başka araştırmacılar tarafından da belirtilmektedir)

Günümüz araştırmacıları ise, bu rakamları abartılı bulmakta, kabul etmemektedirler.

Onlara göre o dönemde ortalama Adige ailesinde ortalama nüfus 8 kişi civarındadır.

Fakat konu hakkında doğru dürüst bilgisi olan ve Eski Adige aile yaşantısını bilen bilimadamları, o dönem Adige ailelerinde 20 kişinin hatta daha fazla nüfusun olmasını normal karşılıyor, o dönem ailesinde bir kaç nesilin ve bir kaç kardeşin bir arada yaşadığını hatırlatıyorlar.
Adige töresinde, ailenin büyüğü (tx’amade) yaşadığı sürece, tüm aile aynı çevrimli alan içerisinde bazen bir bazen bir kaç ev olarak yaşarlar. Dolayısıyla bizim aile yapımıza göre aile olarak adlandırılan şey başında büyüğü (tx’amade) olan ev(ler)dir.

Bu ev veya evler bir kaç aileden oluşurdu söylediğimiz gibi.

Noviçki’nin 54110 olarak belirttiği aile(pş’ant’e) dediğimiz ve yukarıda anlattığımız aile biçimidir, bu gün anlaşılan çekirdek aile değil, zaten kendisi de bu kelimeyi “dvor-avlu” sözcüğü ile tanımlamaktadır.

Aynı şeyleri Kaberdey Adigeleri için de söylemek mümkündür.

Pek çoğunun hiç hoşuna gitmiyor Adigelerin sayılarının geçmiş dönemlerde (örneğin 16. 18. yüzyıllarda)yüksek verilmesi, yüksek yazılıp söylenmesi.

Örneğin Berje’in verdiği rakama göre, 1858 yılında Kaberdeylerin sayısı 36 000’i geçmemektedir.

Onunla aynı kafada olan Sovyet tarihçileri de vardır.

Bunun nedeni anlaşılabilir bir şey değildir bizce, niçin Adigelerin sayısını özellikle düşük göstermek gibi bir çaba içerisinde olsun birileri?

Rus ordu komutanlığında görevli Johan Blagamberg 1834 yılında yayınladığı “Tarihi, topografik, etnografik ve istatistik yönlerden Kafkas savaşının betimlemesi” isimli kitabında, 1804 yılında Kaberdey ailelerinin sayını 45 000 olarak vermektedir.

Kanlı savaştan ve bulaşıcı hastalıklardan sonra bölgede kalan Kaberdeylerin sayısı yine Blagamberg’e göre 30.000 civarındadır.

Onun yazdıkları doğruya en yakındır, çünkü 18. yüzyılda bölgede yaşayan insanlardan, 19.yüzyıl başlarında geriye kalanların sayısı nüfusun 10’da 1’idir.

Tarihi bilgiler 18.yüzyıl sonunda Kaberdey bölgesindeki Adigelerin sayısının 500.000’den az olmadığını göstermektedir.

1793 yılında Kaberdey bölgesine gelen akademisyen Peter Simon Pallas’ın yazdığına göre, bir saldırı anında Kaberdeyler tek seferde 20.000 atlıyı harekete geçirebilmekteydiler.

Tarihi bilenler az çok bilirler ki bir saldırıda öncelikle cepheye gidenlerin büyük çoğunluğu wuerq sınıfından olanlardı.

Bunun anlamı:Eğer o dönemde Kaberdey nüfusu 500.000’den az olsaydı,bir seferde 20.000 atlı wuerq çıkartabilmeleri mümkün olmazdı.

Ayrıca bir savaş anında toplanıldığında ise, bu wuerqlerin her birisinin yanında yaya veya atlı olarak 5-6 savaşçı olurdu.

Bir başka deyişle Akademisyen Pallas’ın da doğruladığı bilgiye göre, Adigeler bir savaşta cepheye atlı veya yaya olmak üzere 100.000 civarında asker toplayabilmekteydiler o dönemde.

Böyle bir ordu toplayamasalar 1707 yılında Kırım hanının 80.000 kişilik ordusunu dağıtabilirler miydi? Bu savaşla ilgili Rus ve Avrupa tarihçileri detaylı bilgiler vermektedirler.

Profesör Dzemıx’ Qasbolet eski Adige ailelerinde 20’den fazla insan olduğu düşüncesini desteklemektedir. Onun yazdığına göre eski Adige ailelerinde 20 ile 100 arasında fert yaşadığı olurmuş.

Kasbolet bunun nedeni olarak da, yukarıda söylediğimiz gibi bir Adige Avlusunun içerisinde bir kaç kardeşin bir veya bir kaç ev olarak birlikte yaşamalarını göstermektedir.

Bu bilgilerden hareketle Dzemıx’ Qasbolet 18. yüzyıl ortalarında Kaberdey bölgesinde 450.000 civarında insanın yaşadığını yazıyor ve tarihi bilgilerden Kaberdey Adigelerinin bir gün içerisinde 30.000 atlıdan oluşan birlik meydana getirebildiklerinin anlaşıldığını belirterek dikkatimizi çekiyor “Bu bahsettiğimiz rakam sadece Kaberdeylerdi”

Birçok bilimadamı Bu gün Adigey olarak adlandırdığımız K’axe Adigelerinin sayını 1 milyondan fazla olarak vermektedirler.

Bu düşüncede olanların birçoğu 1.700.000 sayısında birleşmektedir.

Örneğin Nikolay Tarasov 1853 yılında şöyle yazmaktadır : “Mareşal Çerkasskiy’in emri ile yapılan araştırmada toplanan bilgilere bakılırsa Adigelerin sayısı 1.700 000 civarındadır, onlar cepheye 250 000 asker sürebilecek güçtedirler.

Psıjj bölgesi Kazaklarının tarihi üzerine araştırmalar yapan F.A. Şerbina, Noviçki’nin gösterdiği 1.082.200 sayısının az olduğunu belirtmekte, K’axe Adigelerinin sayısının bundan çok daha fazla olduğunu yazmaktadır.

Adigelerin sayısının milyonun çok çok üzerinde olduğunun bir başka delili ise, savaş sonunda Kafkasya’dan sürgün edilen Adigelerin sayısıdır.

Abhaz bilimadamı Georgiy Dzidzariya’nın yazdığına göre, savaşın hemen sonrasında 900.000 civarında Adige Osmanlı’ya sürülmüştür. O dönemde Kafkasya’da kalan toplam Adige sayısı sadece 100.000 kişidir.
[Qermoque Hamid] /Adige Psalhe Gazetesi Mayıs 2006
Çev:Ergun YILDIZ

Çerkes mutfağı hakkında

KUZEY KAFKAS MUTFAK KÜLTÜRÜNÜN TARÎHÎ KAYNAKLARI
Evliya Çelebi'de Çerkes Mutfağı
Annesi tarafından Abaza olan ünlü seyyah Evliya Çelebi'nin (İstanbul 1611-Mısır 1862'den sonra) Seyahatname adlı lO büyük ciltten oluşan eseri gastronomi araştırmaları için de önemli bir kaynaktır.
Evliya Çelebi'nin babası Osmanlı sarayında kuyumcubaşı olan Derviş Zıllî efendiydi. I. Ahmet zamanında saraya alınan, sonradan Derviş Zıllî ile evlendirilen annesi Abaza olup, Melek Ahmet Paşa ile akrabadır.
Medrese eğitimi gören; hat, musikî, tecvit, ilm-i nahiv vb. dersler alan Çelebi, babası ve çevresindeki yaşlı kişilerin anlattığı serüven dolu hikayelerin etkisinde kalarak gezmeğe, uzak ül­keleri görmeğe merak sarar.
Kendi anlatımına göre bir gece rüyasında Peygamberimizi görmüş, "şefaat ya Resül-Allah." di­yeceği yerde, heyecanla dili dolaşarak "Seyahat ya Resül-Allah." demiş, bu olaydan sonra da seyyah olmuştur.
Ölümüne dek, başta istanbul olmak üzere, Osmanlı împaratorluğunun uzak yakın çeşitli illerini ve çevre ülkelerini gezen Çelebi, gördüklerim dikkatli ve ayrıntılı bir şekilde kaleme almış; bir bakıma yaşadığı yüzyılın sosyo-kültürel tarihini yazmıştır.
Evliya Çelebi Bursa, îzmir, Trabzon, Erzurum, Sivas, Van,Diyarbakır, Bitlis vb. illerle Suriye, Filistin, Irak, Hicaz, Mısır,Sudan, Rumeli, Balkanlar, iran, Azerbaycan,Gürcistan, Kırım,Kafkasya, Macaristan, Avusturya, Almanya, Hollanda, Lehistan,isveç, Rusya, Yunanistan vb. ülkeleri dolaşmış, verdiği çeşitli bilgiler yanında bu yerlere ait ziraî ürünler, yemek çeşitleri, ticarî mutfağa ait yemekler, beslenme ve mutfak kültürüne ait notları büyük bir ustalıkla aktarmıştır.
Bu bakımdan beslenme ve mutfak tarihi araştırmacıları, başta bu kaynak olmak üzere yerli ve yabancılarca kaleme alınmış seyahat yazılanna önem vermeli bunları tarayarak araştırmalannda kullanmalıdırlar.
Evliya Çelebi Seyahatnamcsi'nin Kafkaslarla ilgili bölümü Çerkes kültürü, tarih ve sosyal hayatı bakımından büyük önem arz etmektedir. Mehmet GÜNEŞ'in 1969 yılında İstanbul'da yayınlanan "Evliya Çelebi ve Haşim Efendi'nin Çerkezistan Notları" adlı kitabı Seyahatnamenin bu kısımları taranarak hazırlanmıştır. Biz bu notların Çerkes mutfak kültürüyle ilgili bölümlerini Çerkes gastronomisinin birinci elden kaynakları olması bakımından aynen aktarmakta yarar görmekteyiz:  "...Yemek vakti değilse bile "Hacı Cako istermiş" diye külde pişmiş beyaz ekmek getirirler. Ekmeğe bu diyarda Çako derler.
Çerkes Yemeklerinin Medhi:
Ekseriya darı unundan yapılmış pasta yerler, yani darı ununu katıca pişirip top top edip sıcak sıcak sezbale batırıp yerler. Sczbal bir çeşit bir şeydir kim cevizi havanda dövüp hardal ve tuz ile karıştırıp kaselere korlar ve cevizin yağım çıkarıp kırmızı frenk biberi ile dövüp o kırmızı ceviz yağıyla peynir yağını mezkur sezbal içine korlar ve pastayı bu sezbale batınp yerler.
Ve dahi, semiz koyun ve kuzulan, başı ve boynuzları ve tırnakları, ciğer ve böbreğiyle pak ve pakize yedi kat sularda yuyup arındırırlar. Mezkur koyunu büsbütün tandırda pişirip ziyafet sofrasına getirirler. Ama koyunu tandırda öyle pişirirler kim,sanki ilik olur.
Çerkesler, dağlardan avladıkları, karaca, sığır ve tablalı avlarını dahi böyle pişirirler. Dağlarında keklik, turaç, karatavuk,kaz ve ördekleri avlar ve kebap edip yerler.
Çerkes Meşrubatının Medhi:
Cümle, at sütü kımızı, talkan ve ayran ve kurud ayranı ve keskin bozalar ve keskin bal şerbetleri ve tatlı bal sulan ve tatlı maksıma bozaları içerler.
Ekseriya suyu az içerler. Evleri saz ve kamış örtülü ve çit örülü ikişer kapılı evlerdir. Atları başları uçunda ve silahları daima yanlannda durur. Kış günleri, kalın meşe kütükleri evlerinin orta ycrinde yakıp, bütün çoluk çocuklarıyla ateş basında sohbet edip otururlar. Evleri kışın hamam gibi sıcak olur.
Çerkeslerin Yemek Adetleri:
Çerkesler yemeğe başlamadan, ağaç sofraları meydana geldiğinde bir balmumu yakarlar, herkes bu balmumuna bir kere "Danev danev mamelök" deyip tapınıp ondan sonra yemeğe başlarlar. Yine yemekten sonra muma öyle yapar, sofrayı kaldırırlar, bir garip temaşadır.
Çerkeslerin de yaşadığı Kafkasların ziraî zenginliklerine temas eden Evliya Çelebi Çerkes mutfağında önemli bir yeri olan kümes hayvanlarım "...Yaban ve kır tavuktan da meşhurdur.."diyerek ifade eder. Aynca ... dağlarında, limon, turunç, zeytin,incir ve nardan gayn her türlü çeşit çeşit meyvaları vardır, ifadesiyle de bitki örtüsü zenginliğini belirtir.
Çelebi, Seyahatnamesinde mutfak etnografyasma da temas eder. Gezdiği bir yeri anlatırken: ".. Bütün heykellerin ayakları dibinde, laal, yakut, elmas, zümrüt, zeberced ve Seylan firuzesi,kehribarlar ve kerpiç kerpiç altın ve gümüşten hesapsız, kazan ve tencereler vardı. Hele, altın ve gümüş sahanlar gayet murassaydı. Kazan ve tencerelerin içlerine onar manda sığacak kadar büyüktü. Vesair, gümüş, altından mamul tepsi, sahan,kebap şişleri ve iskemle ve başka eşyaların hesabını huda bilir.
Çerkeslerin geleneksel konukseverliklerine de işaret eden Çelebi, karşılaştığı bir olayı şöyle nakleder:"Allah şahittir ki aynen böyle oldu. Bir Çerkese misafir idik.Ev sahibimiz bize izzet ikramda kusur etmiyordu. Bir ara dışarı çıktı. Biraz sonra içeri girip sığır derisindcn sofrayı orta yere yaydı. Ağaçtan ve gayet sanatkaranc yapılmış sahanlar içerisinde, pasta, peynir, bal ve ekmeği önümüze koyup "Aşan konaklar, helal bulsun, benim babası canın scvcscn" yani, "Balı yiyin helal olsun, babamın canına dcğsin." dedi. Biz de Manoğlu Hapishanesindcn yeni çıkmış gibi sofraya öyle bir giriştik ki cllerimizin varup gelmcsine göz ormezdi..."
Evliya Çelebi, Kafkaslarda tanıdığı bir Çerkes kabilesini tanıtırken onların beslenme ve mutfak kültürlerine de temas eder:"Mamşuğlar'da halis Çerkes evlatlarıdır. Yurtları Abaza dağları dibinde ve gayet sarp yerde, karanlık ulu ormanlar içindedir. Nüfusları on binden biraz azdır. Beyleri ve başbuğları yoktur. Tamamen serazat yaşayan bir kavimdirler. Mamşuğlar diğer Çerkes kavimleri gibi kavgacı ve cengaver, asker bir millet değildir. Ehli kitap olmadıkları gibi belli bir mezhepleri de yoktur. Başka kavimlerle asla alışveriş etmez, kimseye karışmazlar,yabancılardan kız almaz, kendinden olmayana da kız vermezler.
Yabancılarla bir sofraya oturup yemek dahi yemeyen Mamşuğlar, başka kavimlerin eşyasına, malına el sürmezler, başkalarıda onların hiçbir şeyine el vurmazlar.
Tavuk ve domuz eti yemezler, hiç kimsenin malım ve yiyeceğini de yemezler. Ama misafire pek çok riayet eder, asla misafirlerin bir şeyine dokunmaz, uğurlamazlar yani çalmazlar.
Talan, yağma ve kan dökmezler, bal ve peynir yemezler, bakla,nohut ve pasta yemekleri mevcut oldukça, bıçakla hayvan kesip et yemezler. Meğer ki yiyeceksiz kalmış olalar. Yiyecek başka bir şey bulamaz, yahutta mecbur kalırlarsa o zaman semiz hayvanlarım kesip yerler. Koyunları, kuzuları ve sığırları gayet çoktur, fakat domuzları asla yoktur. Bal suyu içerler, boza içmezler."



Haşim Efendi'nin Hatıralarında Çerkes Mutfağı:
Türkçe'de Kafkasya'nın genel durumu ve Çerkesler hakkında bilgi veren tarihî kaynaklar yok denecek kadar azdır.Bunlardan en önemlisi daha önce de belirttiğimiz gibi Evliya Çelebi Seyahatnamesi'dir. Yine gezi türünde kaleme alınmış ikinci eser ise Soğucak muhafızı olup, sonradan Osmanlı Devletinin ilk Kafkasya Valisi olan Ferruh Ali Paşa'nın katibi olan Haşim Efendi'nin hatıralarıdır.
Halen Topkapı Sarayı Kütüphanesi H 1564 numarada kayıtlı bu eser 1969 yılında "kısmen sadeleştirilip lüzumsuz teferruattan ayıklanmak suretiyle" Mehmet Güneş tarafından yayımlanmıştır.
Çerkes tarihinin bir bölümüne ışık tutması yaranda, az da  olsa beslenme ve mutfak kültürüne ilişkin bilgiler veren bu eser konumuz bakımından önem arz etmektedir.
Haşim Efendi'nin tespitleri şunlardır:
"... Bazı zabitler ise, kıyafetlerinden fakir olduklanna hükmetmiş ve yanlanna yaklaşıp, yumurta ve yoğurt için para vermek istiyorlardı. Verilen parayı elinde evirip çeviren Dağlı, bunu yere atıyor ve kendi dilinde biz yoğurt, yumurta satmayız diyerek" geleneksel Çerkes misafirperverliğini gösteriyorlardı.
Haşim Efendi, Çerkeslerin millî karakerlerinin önemli bir özelliğim şöyle dile getirmektedir:".. O da, Çerkeslerin tatlılık ve yumuşaklıkla, izzet ve ikramla elde olunabileceğim, zor kullanılarak Çerkeslerin devlet otoritesine sokmanın imkansız olduğunu.." söylüyordu.
Türkler de ve birçok Doğulu toplumlarda görülen kılıç ve ekmek üzerine yemin etme seremonisinin Çerkeslerde de yaşadığı hatıratta şöyle bir olayla anlatılmaktadır:".. Bundan sonra paşanın önüne bir parça ekmek ve bir kılıç getirip kondu. Önce,henüz bir saat evvel bu vazifeye tayin edilmiş olan deli başı Hacı Hasan, kethüda olarak Ali Paşa'nın huzuruna geldi ve ellerini kılıç ekmeğe koyduktan sonra ..yemin etti."
Yine Çerkes misafirperverliğine ilişkin olarak ".. Alay,köyde büyük bir merasimle karşılandı, gelenler beşer onar evlere misafir olundu. Çerkeslerin eski adetlerine göre, binlerce kişiyi ağırlayacak kadar pasta, boza ve meze hazırlanmıştı. Çerkesler sebze yemeklerine iltifat etmediklerinden kayınpeder Hasan Bey, yüzlerce koyun ve sığır kesmişti."
Haşim Efendi'nin verdiği malümata göre ".. O devirde Çerkesler, gençlere, fazla hantallaşmamalan için karnı doyasıya ekmek yedirmezler, yumuşak döşek yerine sert ve düz keçelerde yatırırlardı. Böylece hem vücut güzelliği korunur hem de sıhhatlilik elde edilirdi."
*Mehmet Güneş'in Notu: "Çerkeslerde yemeğe başlamadan, sofra büyüğünün bir konuşma (dua) yapması adettir. Asetinler buna arfe derler. Bu tapınmak değildir,bu adet 20.yy’da Türkiyede de tatbik edilir, hatta konuşma misafirden sonra ev sahibi tarafından da cevaplandırılır.
Kaynak:
Kuzey Kafkas mutfak kültürü ve yemekleri...Nimet Berkok - Kamil Toygar

Edebiyat dilimiz hakkında



KBC YAZARLAR BİRLİĞİNİN 12.TOPLANTISI ÖNCESİNDE
  KABERDEY EDEBİYATININ GERÇEK DURUMU

Edebiyatların anası olan halk söylencelerimizi bir kenara koyarsak,halkımız yazılı sanat ve edebiyat diline sahip olalı çok zaman geçmedi
“Kötü zamanda doğduk” sözünü doğrular gibiydi durumumuz.Baskı ve zulümle geçen yılları ve bunun etkilerini çok kısa sürede telafi etme zorunluluğu doğdu edebiyatımızın önünde.
Geçmiş dönemde,edebiyata başlangıcı anadilinde yapmak isteyen pek çok genç yazar ve şair,daha edebiyat yaşamlarının ilk adımında bir çok gerçek dışı suçlamalarla tutuklanarak baskı gördü,hapishanelerde çürütüldü,hatta kimileri öldürüldü.
Geriye kalanlar ise aynı akibete uğramamak için sakınarak,korkarak üstü kapalı değinmelerle yazmak zorunda kaldılar,veya yazdıklarını ister istemez mevcuda uyumlu! hale getirdiler.
Dolayısıyla hayatın gerçeklerini gözler önüne seremediler.
Geride bıraktığımız yüzyılın ikinci yarısının sonlarına doğru yazarlarımız ve edebiyatçılarımız biraz daha özgür ve gerçekçi bir biçimde yazabilmeye başladılar,ve ancak ondan sonra “gide gide yol aldık,çoğaldık,geliştik” türünde anlamsız ve samimiyetsiz ifadelerin peşini bırakarak tepelerine çöreklenmiş gölgenin altından çıkabildiler.

Önündeki bütün zorluklara ve engellere rağmen geçen zaman içerisinde edebiyatımız uzunca bir yol katetti.
Şu anda bir çok önde gelen gelişmiş edebiyatın çok da gerisinde olduğumuz söylenemez.
Hatta bundan sonra daha hızlı bir gelişme ve güçlenme olacağı ümidimiz de vardı.
Şimdi rahat bir yola girdik,her şey daha iyi olacak gelişeceğiz,büyüyeceğiz derken şanssızlık zavallı edebiyatımızın yakasını bırakmadı ve şimdi de yeni engeller çıktı karşımıza.
Yeni dönemde maalesef yazan da yazılan da insanlar tarafından umursanmıyor,zerre kadar da değer verilmiyor.
Bundan daha kötü ne olabilir ki ?
Siz fedakarca tüm gayretinizi ortaya koyarak büyük bir çaba sarf ediyorsunuz, fakat adına çabaladığınız insanların hiçbir şey umurunda değil,yaptığınızın yazdığınızın hiçbir değeri yok.
Bu kadar kısa sürede böylesine çetin bir problemi yaratan neden ne olabilir?
Bunun nedeni, sadece bireyin ekonomik kaygılar içerisine ve günlük yaşam telaşına düşmesi değil.
Asıl neden başka yerde aranmalı bence;eskiden komünist sistemde idarenin pek çok uygulaması insanlardan gizlenen,hakkında yazılıp çizilemez,bahsedilemez meseleler olarak yazarlar için birer yasaklanmış konu idi.
Yönetim kendi varlığını sürdürmek için,zulüm ve yalanlarını örtbas etmek için bütün yazar çizer takımını kontrol altında tutmaya azami özeni gösterdi.
Bu gün artık her şey göz önünde,her şey serbest.
İstediğini yaz,istediğini söyle,üstelik hemen o anda da insanlara ulaşabilme imkanı var.Fakat artık öyle bir noktaya gelindi ki , insanlar yazdıklarınızı söylediklerinizi umursamıyorlar bile.
Eğer kendileri için somut bir çıkar görmüyorlarsa hiçbir şekilde ilgilerini çekmiyor ve edebiyatın geleceği vs. gibi kaygılar içerisinde de değiller.
Ciddiye aldıkları,zaman ayırdıkları şeylere edebiyatı üstün kılmak bu karışık dönemde ve kötü zamanda neredeyse imkansız gibi.
Durum ne yazık ki ürkütücü.
En ismi anılır yazarlar şairler bile, bir elinde kalem varsa diğer eliyle bir şekilde yaşama tutunmaya çalışıyor.
Yazmayı tamamen bırakan ve yaşama derdine düşen insanlarımız da var ve bu şaşılacak bir durum da değil açıkçası.Çünkü insanların yazdıklarından kazandıkları çok komik meblağlar.
Söylediklerimizin anlaşılabilirliği için bir kısa örnek verelim:Bir yazarın iki üç yıl emek vererek ortaya koyduğu bir eserden kazanacağının on katını, sıradan futbolcu kısa sürede çok rahatlıkla kazanabiliyor.
Ayaklar kafadan daha değerli günümüzde.
Sporseverler “bu şimdi niye bize musallat oldu” demesinler,ama bu cumhuriyette mısır hastalığı !olan dönem kısa bir süre önceydi.
(kruşçev döneminde,ilgili ilgisiz herkesin,neredeyse cumhuriyetin top yekun mısır yetiştirme işine zorlandığı dönem..Y.N)
Şimdi de aynı şekilde spor hastalığı başladı.
Biz spora cephe almış falan değiliz elbette,spor mutlaka gerekiyor fakat insanın eğitimi yetiştirilmesi kültürel gelişimi göz ardı edilebilir mi ?
”Vücudu gelişirse gerisi bir şey olur” mu diyorlar acaba idarecilerimiz ?
Elbette gerisi bir şey olur.
Oluyor da,bedenen gelişen insanlar zihnen de gelişmez ise, kültür ile bu gelişim desteklenmez ise ne olacağını 2005 yılında gördük Nalçik şehrinde.
Kaberdey edebiyatının ilgisizlikten yok olmasından korkuyorum.
Burada “korkmak” sözcüğünü öylesine laf olsun diye kullanmış değilim,durumu kısaca matematik değerlerle ifade edeyim ben size :
Cumhuriyetin yazarlar birliğin üye edebiyatçıların arasında şu anda eserlerini Adige dili ile yazan 50 kişi var. Bunların arasında emeklilik yaşını geçmiş,emekli veya emekliliği çok yakın olmayan insan sayısı sadece beş altı kişi. Bu beş altı kişinin içerisinde de edebiyatla ilgisini kesmiş ve çok uzun zamandır hiçbir eser vermeyen kimseler var.
Şimdi bir kıyaslayın; bizim edebiyat alanına girdiğimiz 60’lı yıllarda genç şair ve yazarların sayısı 40’ın üzerindeydi ve aramızda 30 yaşın üstünde insan sayısı azdı.
Eğer bu günkü durum devam ederse;Kaberdey de Adige dili ile yazan ve üreten hiçbir yazar/şair kalmaması ihtimal dışı değil.
Bütün bu söylediklerimizi bir araya getirip tekrar durumu gözden geçirdiğimizde; edebiyatımızın geleceği konusunda çalışmak gereği , bu görevin ciddiyeti ve aciliyeti bir kez daha ortaya çıkıyor.
Biz bu tespiti yaptığımız için “Şıhulhağue- Samanyolu” edebiyat derneğinde biraz daha öne çıkan gelecek vaat eden yazar ve şairlerimizle birlikte çalışmalar yürütmeye gayret ediyoruz.
Faaliyetlerimizi şimdilerde daha sıkılaştırmış olsak da 1989 yılından bu yana ayda bir kez olmak üzere hiç aksatmadan toplanıyoruz. Bu 20 yıl içerisinde neredeyse bir çığır açtığımızı söyleyebilirim. Edebiyat sanatının bütün alanlarını kapsayacak biçimde,tarihimizi,dilimizi,geleneklerimizi hepsini bir arada ele alan ve eğiten bizden başka bir kurum cumhuriyette yok.
Her toplantıda edebiyatın bir konusu üzerine dersler veriyoruz,o alanda ünlü kişileri çağırıyoruz yetkin isimlerle gençlerimizi bir araya getiriyoruz,mevcut ve yeni yayınları tek tek ele alıyoruz,fakat bu sadece bizim çabamızla olacak bir iş değil.
Bizim edebiyat derneğimizden yetişen gençlerimizden bazılarından iyi yazarlar şairler yetişti, hatta bazıları R.F yazarlar birliğine kabul edildiler. Anlaşılacağı üzere bize gelen herkes yazar şair olmuyorsa da,onlar anadilini seven dili ile ilgili kimseler olarak yetişiyor,hayata atılıyorlar en azından. Şu anda cumhuriyetteki gazetelerde dergilerde çalışmaları yayınlanan kitapları basılan genç edebiyatçı üyelerimiz de mevcut ve çalışmalarımız Moskova’dan fark edilmiş olmalı ki “edebiyat gazetesi” dergisi bizimle bir geniş röportaj yaparak yayınladı.
Bütün bunlar anlık gözlem yaptığınızda iyi hoş şeyler fakat detaylıca düşünürseniz durumumuz hiç iç açıcı değil. Bu gün övgü ile bahsettiğimiz genç yazarlarımızdan hiç birisi için henüz tam olarak “yazar/şair” tanımını kullanamayacağım.
Onlar henüz yolun başındalar ve yazının başında şikayetçi olduğum yaşam kaygısı ve kavgasının onların yönünü değiştirmeyeceğine, başka alanlarda faaliyete yöneltmeyeceğine dair bir garantimiz yok. Bir iki kitapları yayınlandıktan sonra uzun zamandır hiç sesleri çıkmayan ve ortadan yok olan bir çok genç yazarımız var.
Abazoque Qantemir,L!up Aslan,Lhosten Muze,Ğuş’o Zarif,Pşıwuk’ Latmir ve diğerleri.
J’ıque Umar ilk kitabında çok yetenekli bir şair olarak ortaya çıkmıştı,fakat onu yazarlar ve edebiyatçılar birliğine alalı yirmi yıl geçmesine rağmen hala bir tek satır yazmış yayınlamış değil.Bu insanların hepsi, herkes gibi “ yaşama telaşına düşmüş” durumdalar. İşte bu nedenle şu anda çalıştığımız genç yazarlarımız için de böylesine tereddütlü konuşmak zorundayım.
Bizim bu yürüttüğümüz çalışmalar için maddi güce ihtiyacımız var, fakat cumhuriyetin yazarlar birliği gördüğü itibara orantılı olarak maddi güçten de yoksun olduğu için, bize sadece şu anda kullandığımız mekanı vermek dışında hiçbir yardım yapamıyor.
Bu gençlerin bir aşamaya gelenlerinin çalışmalarını basmak yayınlamak gerekiyor,onlara destek olmak gerekiyor fakat ne yazık ki her şey para ile oluyor artık.
Yazarlar birliği, son on yıllık çalışma programlarına her defasında genç yazarlar toplantısı yapmayı koymasına rağmen, bunu sadece bir kez 2003 yılında gerçekleştirebildi. Keşke onu da gerçekleştiremeseymiş dedirtircesine, hükümetin bakan yardımcısı kültür bakanlığının ilgilileri, bürokratlar, hepsi birlikte toplanarak fotograf makineleri ve kameralar eşliğinde cumhuriyetin genç yazarlarına nasıl yazmaları gerektiği konusunda “nasihatler” ederek dağıldılar. Eskiden iki üç gün süren bu tür toplantılar üç saate sığdırıldı.11’de başlayan toplantı saat 13’de dağılmıştı.Daha sonra günlerce televizyonlarda gazetelerde radyolarda bu konu haber yapılarak bir ay boyunca bu içi boş toplantı haber konusu edildi.
KBC’nin eli boş cebi boş yazarlar birliği ve ona bağlı olanların son on yılda genç yazarlar için yürüttükleri çalışma bundan ibaret ne yazık ki.
Faydası olmayan zararlıdır !
Onların bu saçmalıktan ibaret genç yazarlar! Toplantısından sonra derneğimiz genç yazarlarından İwan Aksana,Qartsey Albert,Ğutıj Anzor,Boren Janna,Tx’ezepl Anzor,K’uek’ue Zaline faaliyetlerden çekildiler ve biz bu yetenekleri kaybettik. Sanırım “bizim içerisine girmeye çalıştığımız bu mudur” demiş olmalılar.
Bu gün böylesine zor duruma düşen ve hiç kimsenin umursamadığı edebiyatımız aynı zamanda bizim tarihimizdir,kültürümüzdür, geçmişimiz ve gelecek umudumuzdur,töremiz ve dilimizdir.
Edebiyatın toplum yaşamındaki yeri saymakla bitecek gibi değildir anlayan için.
Edebi sanat dilin gelişmişliği ve kabiliyetidir, dilin temizliğidir.
Müzik,resim ve benzeri diğer sanatların hiç birisi edebiyat sanatının toplum yaşamına kattıklarını katamaz.Çünkü edebi sanat aynı zamanda dilin muhafızıdır,dil ise toplumun canıdır.
“Dil yok olursa ulus yok olur” sözü öyle laf olsun diye söylenmiyor, Ubıh halkının başına gelenler bu sözün en açık kanıtıdır. Dilleri muhafaza olmuş olsaydı bu gün Ubıh halkı da var olacaktı,dil yok oldu onlar da yok oldu. Yok olup nereye gittiler ? Tabii ki hiçbir yere.El ele tutuşup bu dünyayı terk etmediler onlar,yer yarılıp içine de girmediler.Dilleri yok olunca başka halkların içerisinde eriyip onlara karıştılar !
“Edebiyatımız yokken de dilimiz vardı” diyebilirsiniz. Doğrudur;fakat o zamanlar şimdiki gibi yabancı lisan gelip baş köşemize kurulmamış,yaşamımızı ve yeni neslimizi tahakkümüne almamıştı. Geride bıraktığımız asrın şimdiki zamanlarında halkımız sadece bir dil konuşurdu,Adigebze. Bu gün artık öyle değil,eğer Adigelerin edebiyatı yok olursa,sözlüklerini sözcüklerini ellerinden alırsanız bunun getireceği tek sonuç halkımızın yok oluşudur.Tıpkı Ubıhlar gibi !
Eğer edebiyatımız bu günkü gibi devam ederse bizim de başımıza gelecek olan da budur.
O nedenle en kısa sürede bu durum mutlaka düzeltilmeli ve gereken tedbirler alınmalıdır. KBC yazarlar birliğinin yakında yapılacak olan 12. dönem toplantısında bu tehlikenin görüleceğini ve gereken tedbirlerin alınacağını ümit ediyoruz.
Dilerim Tanrı bizi yanıltmaz.

X’ax Sefarbiy.
KBC yazarlar birliği üyesi - Şıxulağue-(Samanyolu) edebiyat derneği başkanı.
Adige psalhe gazetesinden Çev.Ergün YILDIZ

Çerkeslerde doğum ve buna bağlı gelenekler

XABZE ve DOĞUM
Yeni doğan bebek için Adigelerin uyguladıkları kuralların ve yaklaşımın bir benzeri başka hiç bir millette yoktur dersek bu pek de abartı ve yanılgı olmaz.
Bir kaç aşamadan oluşan bu konunun en önemli ayağı, çocuğun hastalıklardan ve olumsuzluklardan muhafaza edilerek doğumuna kadar geçen süre idi.
Buna yönelik olarak tolu dualar ve dilekler yanısıra sağlık konusunda neredeyse uzmanlık isteyen uygulamalar da yapılırdı.
Her şey ilk olarak anne olmaya hazırlanan gelin ile başlardı.                     Anne olacağı belli olduktan sonra ona hiç bir şekilde ağır iş yaptırılmaz, fakat hareket edebilmesi için sürekli hafif ve kolay işler ona havale edilirdi. Gelin; onu üzecek moralini bozacak kötü haberler ve olumsuz dialoglardan uzak tutulur , kendisi de kalabalıklardan kaçınırdı.
İlk kez çocuk sahibi olacak geline daha çok kaynanası dikkat eder göz altında tutardı.Çocuk haberini alan aile bireyleri sevinirlerdi fakat bunu hiç bir zaman aşırıya kaçan gösterişli hareketlerle yansıtmazlar  alenen bebek alışverişi vs. yapmazlardı.
Bunun nedeni o dönemlerde yüksek sayıda bebek ölümleri olması olarak görülüyor,çok istediğiniz ve sevinç gösterileri ile duyurduğunuz bir şeyi daha sonra kaybetme ihtimali nedeni ile çok fazla aşırıya gidilmezdi bu konuda.Ayrıca da aşırı sevincin tanrının gücüne gideceği gibi bir inanç da vardı.
Yazılı dilleri olmaksızın uzun yıllar yaşayagelen Adigelerin bir sonraya devrederek bu zamana getirdikleri gelenekleri arasında, bir çok sağlık ve tedavi yöntemleri çocuk sağlığı ve yetiştirme yöntemleri vardır.
Adigeler çocuğun yarık dudaklı olacağı düşüncesi ile hamile gelinlerin tavşan görmesini istemezlerdi.
Çocuğun patlak (pörtlek) gözlü olacağı düşüncesi ile balığa baktırmazlardı.
Oysa bu tür sakınmaların arkasındaki asıl neden bu tür canlılardan gelinin ürkmesi ve çocuğunu düşürmesi ihtimali idi,fakat bu açıklıkla söylenmezdi.
Kaynana gelinini bu konuda bilgili ve tecrübeli olduğu düşünülen köyün yaşlı ebelerine defalarca gösterir muayene ettirir gelinin şikayetlerini dinletirdi.
Hamile gelinin yiyip içecekleri,oturup kalma biçimi,yatma uyuma  biçimi, gezip dolaşması dahi hep bu kadınların tavsiye ettikleri şekilde olurdu.
Geline yapabileceği hafif işler yapması,sürekli dolaşması söylenirdi.iki karış yüksekliğinde bir eşikten veya yükseltiden gelinin atlatılması, gelinin yalın ayak dolaştırılması (toprağa temas için)  gibi bir adet vardı.Elleri yukarıda olmasını gerektiren işler yapmasından özellikle sakınırlardı gelini,bunun düşük nedeni olduğu düşünülürdü.
Hamile gelin mümkün olduğunca üzücü ve sıkıcı konulardan uzak tutulur onu ürkütecek şok yaratacak şeylerden bahsedilmezdi.Cenaze ve başsağlığına hamile gelinler götürülmezdi. Akşam karanlığından sonra hamile gelin tek başına odasında bırakılmazdı,suya oduna gönderilmezdi,kazan ve benzer şeyler kaldırmasına izin verilmezdi.
Geline rahat oturması,hiç bir şey için telaş etmemesi özellikle tembih edilir onun yemek istediği şeyler temin edilmeye çalışılırdı,aksi halde doğacak çocuğun salyaları akan olur olmaza imrenen pis boğaz bir şey olacağına inanılırdı. Bu nedenle aileden her kim çarşıya pazara ormana veya bahçeye gitse geline farklı ve canı çekebilecek yiyeceklerden getirirdi.
Çocuk doğduktan sonra ebe onun göbeğini keser, kestiği göbek bağını bebeğin yüzüne sürerdi,böyle yapıldığında bebeğin güzel yüzlü olacağına inanılırdı.
Bunu böyle yapanlar o dönemde niçin yaptıklarını bilmiyor olsalar da sonraları yapılan incelemelerde göbek bağının mikrop kırıcı yani antiseptik özelliği olduğu tespit edilmiştir.
Çocuk doğduğu anda mutlaka ağlatılırdı,bu da bebeğin ciğerlerinin açılması için yapılırdı.
Doğan çocuk için ilke defa anne ile bebeği ayıran kişi,yani göbek bağını kesen ebe iyi dilekte bulunurdu.Bu x”uex”ulerin kız için ayrı erkek için ayrı olan bir çok farklı formu vardır.Bu tür x”uex”u daha içten daha samimi ve duygusal dileklerle yapılır iyilik,güzllik,sadakat,kahramanlık,şans,dürüstlük,yiğitlik,adalet vb. Bir çok iyi temennide bulunulurdu.
Bebek doğduğu anda gözlerini açarsa ve hapşırarak ağlarsa veya ses çıkartırsa bunun iyiye işaret olduğu kabul edilirdi,akıllı ve çalışkan olacağına yorulurdu.
Komşu kadınlar lohusa geline süt ile pişirilmiş çorba getirirler ve bunun bebek için süt olacaına inanırlardı.
Çerkes Ali.
Karaçay-Çerkes-Xabez köyü.
Adige psalhe gazetesi – Eylül 2006
Çeviri:Ergün YILDIZ

Çerkeslerde doğum ve buna bağlı gelenekler

XABZE ve DOĞUM
Yeni doğan bebek için Adigelerin uyguladıkları kuralların ve yaklaşımın bir benzeri başka hiç bir millette yoktur dersek bu pek de abartı ve yanılgı olmaz.
Bir kaç aşamadan oluşan bu konunun en önemli ayağı, çocuğun hastalıklardan ve olumsuzluklardan muhafaza edilerek doğumuna kadar geçen süre idi.
Buna yönelik olarak tolu dualar ve dilekler yanısıra sağlık konusunda neredeyse uzmanlık isteyen uygulamalar da yapılırdı.
Her şey ilk olarak anne olmaya hazırlanan gelin ile başlardı.                     Anne olacağı belli olduktan sonra ona hiç bir şekilde ağır iş yaptırılmaz, fakat hareket edebilmesi için sürekli hafif ve kolay işler ona havale edilirdi. Gelin; onu üzecek moralini bozacak kötü haberler ve olumsuz dialoglardan uzak tutulur , kendisi de kalabalıklardan kaçınırdı.
İlk kez çocuk sahibi olacak geline daha çok kaynanası dikkat eder göz altında tutardı.Çocuk haberini alan aile bireyleri sevinirlerdi fakat bunu hiç bir zaman aşırıya kaçan gösterişli hareketlerle yansıtmazlar  alenen bebek alışverişi vs. yapmazlardı.
Bunun nedeni o dönemlerde yüksek sayıda bebek ölümleri olması olarak görülüyor,çok istediğiniz ve sevinç gösterileri ile duyurduğunuz bir şeyi daha sonra kaybetme ihtimali nedeni ile çok fazla aşırıya gidilmezdi bu konuda.Ayrıca da aşırı sevincin tanrının gücüne gideceği gibi bir inanç da vardı.
Yazılı dilleri olmaksızın uzun yıllar yaşayagelen Adigelerin bir sonraya devrederek bu zamana getirdikleri gelenekleri arasında, bir çok sağlık ve tedavi yöntemleri çocuk sağlığı ve yetiştirme yöntemleri vardır.
Adigeler çocuğun yarık dudaklı olacağı düşüncesi ile hamile gelinlerin tavşan görmesini istemezlerdi.
Çocuğun patlak (pörtlek) gözlü olacağı düşüncesi ile balığa baktırmazlardı.
Oysa bu tür sakınmaların arkasındaki asıl neden bu tür canlılardan gelinin ürkmesi ve çocuğunu düşürmesi ihtimali idi,fakat bu açıklıkla söylenmezdi.
Kaynana gelinini bu konuda bilgili ve tecrübeli olduğu düşünülen köyün yaşlı ebelerine defalarca gösterir muayene ettirir gelinin şikayetlerini dinletirdi.
Hamile gelinin yiyip içecekleri,oturup kalma biçimi,yatma uyuma  biçimi, gezip dolaşması dahi hep bu kadınların tavsiye ettikleri şekilde olurdu.
Geline yapabileceği hafif işler yapması,sürekli dolaşması söylenirdi.iki karış yüksekliğinde bir eşikten veya yükseltiden gelinin atlatılması, gelinin yalın ayak dolaştırılması (toprağa temas için)  gibi bir adet vardı.Elleri yukarıda olmasını gerektiren işler yapmasından özellikle sakınırlardı gelini,bunun düşük nedeni olduğu düşünülürdü.
Hamile gelin mümkün olduğunca üzücü ve sıkıcı konulardan uzak tutulur onu ürkütecek şok yaratacak şeylerden bahsedilmezdi.Cenaze ve başsağlığına hamile gelinler götürülmezdi. Akşam karanlığından sonra hamile gelin tek başına odasında bırakılmazdı,suya oduna gönderilmezdi,kazan ve benzer şeyler kaldırmasına izin verilmezdi.
Geline rahat oturması,hiç bir şey için telaş etmemesi özellikle tembih edilir onun yemek istediği şeyler temin edilmeye çalışılırdı,aksi halde doğacak çocuğun salyaları akan olur olmaza imrenen pis boğaz bir şey olacağına inanılırdı. Bu nedenle aileden her kim çarşıya pazara ormana veya bahçeye gitse geline farklı ve canı çekebilecek yiyeceklerden getirirdi.
Çocuk doğduktan sonra ebe onun göbeğini keser, kestiği göbek bağını bebeğin yüzüne sürerdi,böyle yapıldığında bebeğin güzel yüzlü olacağına inanılırdı.
Bunu böyle yapanlar o dönemde niçin yaptıklarını bilmiyor olsalar da sonraları yapılan incelemelerde göbek bağının mikrop kırıcı yani antiseptik özelliği olduğu tespit edilmiştir.
Çocuk doğduğu anda mutlaka ağlatılırdı,bu da bebeğin ciğerlerinin açılması için yapılırdı.
Doğan çocuk için ilke defa anne ile bebeği ayıran kişi,yani göbek bağını kesen ebe iyi dilekte bulunurdu.Bu x”uex”ulerin kız için ayrı erkek için ayrı olan bir çok farklı formu vardır.Bu tür x”uex”u daha içten daha samimi ve duygusal dileklerle yapılır iyilik,güzllik,sadakat,kahramanlık,şans,dürüstlük,yiğitlik,adalet vb. Bir çok iyi temennide bulunulurdu.
Bebek doğduğu anda gözlerini açarsa ve hapşırarak ağlarsa veya ses çıkartırsa bunun iyiye işaret olduğu kabul edilirdi,akıllı ve çalışkan olacağına yorulurdu.
Komşu kadınlar lohusa geline süt ile pişirilmiş çorba getirirler ve bunun bebek için süt olacaına inanırlardı.
Çerkes Ali.
Karaçay-Çerkes-Xabez köyü.
Adige psalhe gazetesi – Eylül 2006
Çeviri:Ergün YILDIZ

Başkalarının gözü ile Çerkesler

1611'de İstanbul'da doğan ünlü Osmanlı gezgini ve yazan Evliya Çelebi'nin babası saray kuyumcubaşısı Mehmet Zilli Efendi'nin annesi bir Abhaz hanımdır. Ünlü seyahaınamesinde Evliya Çelebi, 1666 yılında Osmanlı Devleti tarafından Kırım hanlığından alınan Mehmet Giray Han ile yaptığı gezide uzun uzun Kafkasya'dan bahseder.
Seyahatnamesinde Kafkasya'ya ait notlar, Arap harfleriyle büyük boy yüz sayfadan fazla yer tutar.
Önemli bazı bölümlerini burada sunuyorum: "Şevval ayının onuncu günü Çerkezistan ülkesine ayak bastık. Peşkov  Çerkes köyü, Şuake Beyi'nin tahtıdır. Yani başkent anlamında.Kasaba gibi büyük ve mamur bir köydür.
Bu Çerkes milleti gayet şiddetli ve gazaplı melun adamlar olup, amma gayetle bahadır, cesur ve yararlı namdar yiğitlerdir.
Çerakesiye kavmi birçok kabileden oluşmuştur.
Her birinin basında bir bey -onlara göre bir prens- vardır.
Bunların kilise veya camileri yoktur, (o devirde) Onlara gavur derseniz çokkızarlar  fakat Müslüman kabul ederseniz çok sevinirler ve iltifat kabul ederler.
Hayat düzenleri ve toplumsal durumları çok demokratiktir.
Para, pul bilmezler  mal değiş tokuşu ile alışveriş yaparlar.
Kadınları erkekler ile ortak olarak alışverişe katılır ve yüzlerini örtmezler.
Çerkesler çok sanatkardırlar, gümüş işlemesi, kuyumculuk ve silah yapımında ustadırlar kendi barutlarını kendileri imal ederler.
Hayvancılıkta çok ilerlemişlerdir,geceleri köylerini çok büyük köpekler korur.
Bu insanlar, eminim dünyanın en konuksever kişileridir.
Bir de kendilerine sığınan kimseleri hayatları pahasına da olsa düşmanına teslim etmezler.
Çerkeslerde akraba evliliğide yasaktır.
Çerkes köyleri tahkim edilmiş kalelere benzer, en sağlam duvarlarla çevrilmişlerdir ve ayrıca ortada gözlem kuleleri vardır.
Ayrıca da son derece büyük doğal zenginliklere sahiptir.
10. yüzyılda yaşamış ünlü Arap coğrafya ve tarih bilgini, gezgin Abdül Hasan El Mesudi idi. Yazar Kafkasya'nın en eski halklarından Çerkesleri görmüş ve izlenimlerim şöyle kaydetmişti:
"Bu kadar temiz ve beyaz tenli, ince belli, güzel kadınlar ve yakışıklı,bahadır ve cesur erkekler, herhalde dünyanın başka memleketlerinde yoktur."
Yine bu konuda devam eder: "Çerkesler gruplar halinde Trabzon'daki Yunan pazarma gelir ve alışveriş yaparlardı. Hal ve tavırlarından çok uygar ve zeki olduklan belli oluyordu. Çünkü giysileri genellikle brokardan olup, kenarlan altın iplik işlemeliydi." El Mesudi,Kabardey bölgesinde bulunan, bugünkü Yessentuki kaplıcalannı da gezmiş ve özellikle yaşlılara şifa veren bu sulan Ab-ul Hayat olarak anmıştır.Bu suların Çerkesçe isminin Psıfabe olduğunu yazar.
Kaynak: Tarih boyunca Kafkasya....Çiviyazıları.



1502’de Cenevizli bir gezgin özellikle Çerkesler hakkında bir kitap yazdı. Giorgio înteriano adındaki bu gezginin kitabı "La Vita et sito de Zichi, Chiamaü Circassi, Historia Notable" (Çerkeslerin Örf, Adetleri ve Tarihleri) adını taşır.
Bu eserinde yazar, yabancılar tarafından Çerkeslere Zikhi dendiğini, fakat onların kendilerine Adiğe dediklerini belirtir.
Ayrıca bir Adiğe soylusunun cenaze törenine tanık olduğunu da nakleder: "...Adiğe soylusu ölünce köy meydanında ağaçtan yüksek bir platform inşa edildi. Sonra iç organları çıkarılan ölünün naaşı en iyi giysileri içinde, çömelmiş olarak platformun üzerine yerleştirildi.
Ölenin karısı da cesedin karşısına konan bir sandalye üzerine oturtuldu. Sabit bir durumda cesedin yüzüne bakmak zorunda olan kadının ağlaması yasaktı.Zira Adiğe kadınlarının özellikle savaşta ölen kocalanna ağlamaları çok ayıp sayılırdı.
Bu şekilde hazırlanan katafalk sekiz gün Süreyle halkın ziyaretine açık tutuldu. Bu sure boyunca ölünün akraba, dost ve bağlıları, yanlannda getirdikleri çeşitli gümüş kapları, ok ve yayları, yelpaze ve daha başka armağanları ölünün yanma bırakarak ona bağlılıklarım ve saygılarını gösterirler.
Bu ziyaretler devam ederken, bir ağaç kesilerek tabut yapıldı. Tabut içine hem cesedi hem de eşyaları alacak büyüklükteydi. Sekiz günlük ziyaret süresi dolunca naaş ve armağan olarak getirilen eşyalar tabuta yerleştirildi ve cenaze, halkın katıldığı bir törenle gömüleceği yere götürüldü.
Orada,toprak kazılmadan taştan örülmüş bir zemin üzerine kondu ve çevreden taşınan toprak tabutun üzerine yığılarak bir höyük oluşturuldu.
Bu höyük mezarın yüksekliği ölenin önemine göre değişir.
İnteriano'nun tanık olduğu bu Çerkes-Adiğe cenaze töreninde anlattığı höyük, 19. yüzyılda yapılan arkeolojik araştırmalarda bulunan kurgan tipi höyük mezarlarla aynıdır ve bu arkeolojik kazılardan çıkan iskeletlerin ve eşyaların MÖ. 2500 ila 1500 yıllarından kalma oldukları belirlenmiştir.
Öyleyse bunlar Çerkeslerin atalarının mezarları idiler. Bu mezarlara Maykop kral mezarı ve Çarskaya mezarı gibi isimler verilmiştir.
1583 yılında înteriano'nun kitabı ikinci kez yayınlandı. Her iki baskı da Venedik'de yapılmıştır.
1750-1762 yılları arasında Kınm'da Fransa konsolosu olarak görev yapan M. de Peysonnel, Kafkasya'yı da ziyaret etmiş ve bu konuda bir de kitap yazmıştı. "Traite sur le Commerce deh Mer Noire" (Karadeniz Ticareti'nin încelenmesi) adındaki bu eser 1784 te Paris'de iki cilt halinde yayınlanmıştır.
Yazar, Kuzeybatı Kafkasya halkı olan Çerkesler hakkında şöyle der: "Eski çağ Çerkesleri hayvan yetiştiriciliği, hububat  üretimi ve balıkçılık dışında bahçe tanım, çiçekçilik, arıcılık, maden işlemeciliği, süsleme sanatı, deri işleri, saraçlık, kumaş dokuma, keçe imalatı, mücevherat, gümüşçülük ve başka sanatlarda usta idiler."