Saygıdeğer halkım, kardeşlerim! İnsanlarımızın “gavur savaşı” adı ile isimlendirdiği Rus - Kafkas savaşları konusunda çok şey yazıldı.
Üç yüz yıl süren bu acı günün sonucunu tek bir sayı ile ifade edebilirsiniz:
Her on Adige’den dokuzu bu felakette yaşamını yitirdi. Geriye kalanların da büyük çoğunluğu zalimce anayurtlarından sürüldüler.O günden bu yana bir buçuk asır geçti.Bu güne gelmişiz hala soruyoruz birbirimize: Kim bu felaketi getirdi bize? Kim bu büyük derdi açtı başımıza?
Bu tür “anlamsız” soruları sorup kafamızı yormayalım, başımızı ağrıtmayalım diye Sovyet tarihçileri bize hazır cevaplar bulmuşlardı eskiden.
Öncelikle hatalı olan bizdik!
Din adamlarının sözlerine aldanmış “Bizim gibi Müslümanlarla birlikte yaşayacağız” diyerek bütün bir halk toplanıp Osmanlı imparatorluğuna göç etmiştik.
İkinci olarak; Rusların ne suçu vardı ki, Rus halkını devletini nasıl suçlayabilirsiniz ki?
Burada suçlu olan Rus Çarı ve onun hizmetinde olanlardı.
Hey büyük Allahım! İşte burada öfkelenmemek mümkün değil.
Yazar, yaşlı Adige insanını kamçı ile köyün içinde dört döndürdüklerini yazıyordu.
(Mılhxuejınır pşıjj wuerqıjjxem qaxuk’ue ) “Bey ve soyluların nesli kurusun” diyordu ağıtlarda.(Bu sözlerin gerçeği “Kazak kadınlarının nesli kurusun” şeklinde idi, fakat sonradan “Beylerin ve soyluların” olarak değiştirilmişti.
Bizler genç pionerler (komünist parti çocuk örgütü), ekim devrimi yandaşları, komsomollar (gençlik örgütü) olarak bu sözleri işittikçe büyük bir öfke ve büyük bir kin duyuyorduk halkımızın bu kesimine...
Bize öğretilen bu yaklaşımlar ve nitelemeler ne kadar büyük bir aşağılama imiş halkımıza karşı.Ana yurdu uğruna can veren insanlar için ne kadar basit ve ucuz bir tavırmış.Kardeşlerim! Bu gün sizi davet ediyorum: Atalarımızın “Gavur savaşında” yaptıklarını/yapmadıklarını anlayabilmek için bu gün bizim ayrıca bir delile ihtiyacımız yok.Yılanbaşlı atlarınızı çıkartıp eyerleyin, üzengilerinizin üzerinde dikilerek atlarınızın gemine sımsıkı tutunun, çünkü acımızın ve başımıza gelen felaketin boyutunu daha iyi kavrayabilmemiz için Karadeniz’i geçmemiz gerekecek...Benimle birlikte söylencelerimize ağıtlarımıza destanlarımıza dalın, atalarımızın yanına gelin, sürgünlerin devamı olan nesil’in yaşadığı yerlere gelin.Onların ne söylediklerini dinlemeye davet ediyorum sizi, hem sevap hem memnuniyet verici bir şeydir bu.Söylencelerdeki tarihi tümüyle yeniden ele alıp incelemeye davet ediyorum sizi.
Kim bizimle savaştı, niçin savaştı?
[“Wurısım yi pşşışxuexer di ş’ıgum qıxuol’e. L’ığer zetıraxu jaıewure zawer qıdaş’ıl’e.
Ar qıdezş’l’er guşşe melwuanişem ş’eğur. Zıraş’ıl’a lhepqır ıabjjıb xuediz mehkur” ---
Rus çarları topraklarımız için ölüyorlar, birbirleri ile yarışırcasına bizimle savaşıyorlar. Saldırgan yüz milyondan fazla iken, savunan bir avuç bile olmuyor]
Görüyoruz ki büyük bir devlet bizim karşımıza aldığımız, düşmanımız böylesine güçlü ve saldırgan olunca “ Bize yapılan hiç bir şeyin sorumlusu biz olmasak gerektir” *** Şimdi ne kadar kıyısından dolaşırsak dolaşalım, ne kadar görmezden gelirsek gelelim bir konu hakkında konuşmaktan kaçamayız.
Kendileri ile üç yüz yıl savaşan bir halk hakkında, sahip oldukları kanaat ve o halka verdikleri isim nedeni ile atalarımızı suçlayabilir miyiz?
Yoksa “Çarın politikaları nedeni ile Adıgeler ne kadar acı çekmiş felaketler yaşamış olsalar da Rus halkını Rus Çarı ile özdeşleştirmemek gerekir” diyerek ortalarda dolaşmaya devam mı edeceğiz ?
Kendimizi bu kadar aşağılayarak başka halkların gözünde değer bulacağımızı mı sanıyoruz?
Yine soruyorum... Kim bizimle savaştı?
Bizimle savaşanların isimlerinin önünde “jj” son eki var, onlara karşı bir küçümsemeyi, antipatiyi gösteren işaret olarak var bu ek. “wurısıjjxer, Qezaqıjjxer, Gawurıjjxer”
“seletıjjxer” (selet=asker). İfadelerini hatırlayalım.
“Wurısıjju Quenthkım ş’ığuxer” sözü bizim dilimizde değil mi?
(Quenthk- къуэнтхъ) = savaş ganimeti.
Bu “Gavur savaşında” biz iki kez öldük.
Öncelikle; ata mirası olarak üzerinde yaşadığımız toprağı parça parça kopartarak geniş alanlarımızdaki yaşamı daracık bölgelere hapsettiler.
Tarım yapacak toprağımız kalmadı, bizim eskiden beri yaşam kaynağımız olan atçılık, arıcılık, hayvancılık yapacak alanlarımız kalmadı, meyva yetiştirdiğimiz güneşli dağ yamaçlarımızı, ormanlarımızı yaktılar.
Hepsinden daha önemlisi halkımızın soluk almasına, gelişmesine varlığını geliştirmesine müsaade etmediler. Tüm halkların örnek aldıkları güzel yaşantımızı ve geleneklerimizi devam ettirmemize engel oldular.
Sonunda üç yüz yıl süren savaşlarda bir kaç nesil gelip geçti ki bunlar savaştan başka bir iş olduğunu, erkekler için savaşçı olmanın dışında bir meslek olduğunu dahi bilmediler.
Atalarımız bunu çok iyi anladıkları için “Zamanında ekilemeyen toprak” deyimini kullanmışlardı vatan toprakları için.
“Ömrümüzce üzerinde yaşadığımız toprağı, sürdüğümüz atı kazaklar elimizden aldığı gün” diyen kara gün tarifleri ile “Mezar yerlerimiz ile arı kovanlarımız bile Rusların elinde kalmışsa gazavat ile ölüme gidelim” diyen ağıtlar mevcuttur söylencelerimizde.
Başka bir çare kalıyor mu acaba bize?
“Dumanlar içinde her sonbahar yakıyorlar bizi, külleri eşeleyerek bahara çıkıyor, yine yaşamaya devam ediyoruz” diyor bir başka ağıtta.
İşte bu şekilde bir kez öldürdüler bizi.
Başımıza bu felaket geldikten sonra, ya bize dayatılan şekilde yaşayacak, ya da ölecektik.
Bunların dışında bir yol varmı?
N.Klingen şöyle yazıyor: “Çerkesler vatanlarını çok seviyorlardı, fakat onlar yaylalardan başka yere yerleştirilmeyi kabul etmiyorlardı. Onların özgürlüğe olan sevgileri vatanlarına sevgilerinden de daha öteydi. Önlerinde ya her şeyi kabul etmek veya ölmek seçenekleri vardı, onlar da ölmeyi seçtiler ve binlerce yıllık kültürleri de kendileri ile birlikte öldü”
Bunu söylemek çok acı ama sonuç olarak o dönemde ölmek üzerine bir kültür yarattık biz.
Bakın eski sözlerimize : “Ölümde yiğitlik vardır”; “Ölümden çok ayıptan sakın”;
“Yiğitlik birinci, ölüm ikincidir” ; “Yiğit ecelden ürkmez”; “Yaşam onurdur, onursuzca ölürsen boşa ölmüşsündür”; “Ömrünce aşağılanmaktansa bir gün yaşa” ; “ canını ver onur al”
Görüldüğü gibi Adigeler onurunu korumak için fazlaca düşünmeden canını vermeye hazır bir halktı.
Bu yol ayrımına gelmiş kahramanların düşüncelerini söylencelerde destanlarda okuduğunuzda, dinlediğinizde duygulanıyor, hassaslaşıyorsunuz ister istemez.
“Ajeğuey’lerin Firdevs’i atın terkisinde götürürlerken, arkalarından bakıyor genç kızı görüyoruz.
Götürmelerine izin verirsek cemiyetin yüz karası bu, izin vermezsek bizi öldürecekler... Dönüyoruz rezil oluyoruz, ölüyoruz ocağımız sönüyor” diyerek kısa bir süre düşünceye dalan Wuerq genci “Ömrümüzde bir ölüm var, ölürsekde gazavatımız olur” diyerek ordunun arasına dalıyor.
İnsanların söylediklerine karşı sakınırdı Çerkes insanı, “Bu kural” savaşta bile geçerliliğini korurdu.
“Yaklaşıyoruz ölüyoruz, uzaklaşıyoruz söz oluyor, yaklaşıp öldürtüyoruz kendimizi”
Zannetmeyin ki sadece erkekler silaha sarıldı “Gâvur savaşında”.
“Biz kadınları töreye aykırı şekilde tüfek namlusu ile çevirdiler” diyerek dönüp kendini öldürten kadındır Şogenlerin kızı Guaşehurey”
“Ben neyi bekliyorum” diyerek öne çıkıp kendini öldürten bir başka kadındır Şırıhu Guaşef’.
Şimdi kadınlarımızın cephesinden bakalım, meseleyi onların ağzından dinleyelim.
Annelerimizin ve bacılarımızın yüreğini çürüten sıkıntıları dinleyince “erkek olup ölmek daha mı iyi acaba” düşüncesine sevk ediyor insanı.
Bu savaşlarda kadınlarımızın başına gelen felaketlerden bahseden öyle ağıtlar yaşanan öyle olaylar var ki bizim söylencelerimizde, bunları dinledikten sonra kadınların silah alıp savaşmalarına şaşırmıyor insan. “Annesi gazavatın öncüsü” diyen bir ağıtımız var bizim.
Rus Kafkas savaşlarında din ile alakalı pek çok olay da olmuştur geçmişte.
Bunlardan bahsetmeden geçmek olmaz.
Her şeyden önce bir konuyu çok açık şekilde ifade etmek gerekiyor: Ben 22 yıldır Adige söylenceleri üzerine çalışıyorum ve bu süre zarfında bahsettiğimiz savaş ile ilgili ağıtlar ve söylenceler dışında, ne öncesinde ne sonrasında dini motifler üzerine kurulu Adige söylencesine veya şarkısına/ağıtına rastlamadım.
Şöyle yaparsam cennete giderim, şöyle yaparsam cehenneme giderim gibi bir düşünce ile hareket etmemiştir hiç bir Adige.
Onların düşünceleri ölümde bile isimlerinin iyilik, güzellik, kahramanlık ile bir arada anılması için çaba göstermekten ibaretti.
Adige dünya görüşü ve Adige kültürü ile donanmış halkımıza hiç bir dönemde hiç bir din baskın gelememiş, halkın günlük yaşamında kendi kurallarını hakim kılamamıştır.
Adıge ruhunun ve Adige yaşam biçiminin hiç bir dini benimseyemediğinin bir işareti değil midir şu söz: “Din gelip geçicidir, kalıcı olan halkındır – Dinır yix’a yik’si Wuqızıxuenejınur wui lhepqs”
Bununla yetinmeyene yine bir eski söz: “Cesurlar (kendilerinden) büyük tanrıdan hoşlanmazlar”
Şimdi bana yeryüzünde bir tek halk daha gösterebilir misiniz ki düşünceleri ve ruhu bunca özgür olsun.
Dönelim “Gavur savaşını” anlatan ağıtlara ve türkülere.
İşte bunlarda İslam dininden kaynaklanan düşünceler ve davranış biçimleri çokça var.
Fakat ilginçtir ki dinin insana insan gibi yaşamayı ve davranmayı öğütleyen, yaşadığımız dünyanın kavranmasını kolaylaştıran düşüncelerini almıyor bizim insanımız.
Yerine dinin söylence bölümünü almayı yeğliyor, en azından söylencelerde görülen durum budur.
Kendisini, ailesini, akrabalarını kavmini toprağını korumakla ilgili birçok dinden kaynaklı bölüm vardır o dönemin sözlü edebiyatında.
Yine de yukarıda söylediğim “din adamlarına aldanarak halkımız kalkıp Müslüman topraklarına göç etti” sözlerini çürütecek iki örnek daha vermek istiyorum.
“mole nepts’xew txetxem waz pxencır qıtxuaş’ır,de txuepsew xuedew jaıwure leyişxue qıdaxır”
(Sahte mollalar yanlış vaazlar veriyorlar, bizden gibi görünerek büyük kötülük ediyorlar)
“Turk qur-anagexer digum yi jağues,di gur yiqutex’awe xekum dok’ijir”
(Türk mollaları gönlümüze kötü geliyor, gönlümüz kırık yurttan gidiyoruz)
Görüldüğü gibi insanlar durumun farkındalar, hiç kimse mollaların peşine takılıp gitmiyor fakat çaresizlikten yollara düşüyorlar.
O döneme dair yazılanlarda şöyle anlatılıyor bu yolculuk:
“...Yollarda gördüklerimizi insanın aklı almıyor. Çocuk kadın yaşlı insanların cesetleri yolarda kalmış köpekler parçalamışlardı.
Hastalıktan ve açlıktan bitap düşmüş insanların adım atacak güçleri kalmamıştı, o kadar ki sağ insanları bile köpekler parçalayıp yiyorlardı. Sağ kalanların ölüleri düşünecek durumları yoktu.
Türk gemiciler onları bir eşya gibi gemilere dolduruyor, birazcık hastalandığını farkettikleri kişiyi denize atıyorlardı.
Çaresizlik insanoğluna çok şey yaptırıyor. İnsanlar cesetlerini denize attırmamak için yine Türk gemicilerden satın aldıkları tahtalara cesetlerini bağlayıp denize bırakıyorlardı.
Belki dalgalar cesetleri tekrar karaya götürür de birisi onları gömer ümidi ile yapıyorlardı bunu.
Bazıları da cesetlerini tahtalara bağlıyor, tahtaları da sırtlarına bağlayarak karaya çıkıncaya kadar muhafaza etmeye çalışıyorlardı.”
“Bizi tahtalarla sırtımıza bağlı cesetlerimizi çıkartmakla korkutuyorlar” diyor ağıtta.
Osmanlı topraklarına ulaşanların karşılaştıkları olayları anlatmaya kalkarsak ayrı bir yazı konusu olur. 1995 yılında konuştuğum 90 yaşlarında bir Ürdün Adigesi olan Yerves İbrahim’in söylediğine göre, onların yaşadıklarını tek bir cümle ile özetlemek mümkün:”Topraklarımızda domuz yayacaklar diyerek kalkıp yollara döküldükte gelip domuzun karnına düştük”
Savaş savaştır.
Üç yüz yıl süren savaşta halkına ihanet eden çok insan da çıktı aramızdan, kötülüğünü örtbas etmeye gerek yok...
İhanet edenlerin adları söylenmeden töre uygulanırdı eski zamanda.
İsim zikredilmeden yaptıklarından bahsedilerek herkesin o kişileri tanıması sağlanırdı.
Öyle ki bu durum fazlaca uzadığında, bu tür kişilerin kimliği anlaşılmadığında söylenmiş “xabzer qızgurmı-uem wu wubze qıf’oş’ – töreyi anlamayan güzel söz söylediğini sanır” denilecek bir duruma gelindiğinde casusların adı sonunda açıkça telaffuz edilirdi.
Bu tür ağıtlarda ismen bahsedilen, hatta lanet edilen insanlar da çıkmıştır halkımızın içinden.
Adige töresi onurlu düşmana onurlu dost gibi değer verir, böylelerinin haysiyetini korumayı şart koşardı. Bizim atasözümüz değil midir “Bğenıbjjeğume wuiğanıbjjeğunu, bğabiyme wuğabiyinu l’ı des mıbı–Dostluk edersen dostluk, düşmanlık edersen düşmanlık edecek erkek var mı burada” diyen.
Bizden hainler çıktığı gibi Rus tarafından da insanlık ve mertlik gösteren pek çok kimse çıktı o dönemde.
Bunlara da bir örnek olarak Karadeniz kıyısındaki kale komutanı Rayevski’nin ordu komutanı Graf Çernişev’e yazdığı rapordan bir bölüm aktarmak istiyorum “Ben öncelikle tek başıma da olsam, bizim Kafkasya’da yürüttüğümüz savaşın ve bu savaşta yapılanların karşısında olduğumu belirtmek istiyorum. Bundan dolayı da ben bu toprakları terk ediyorum. Bizim Kafkaslarda yaptıklarımız İspanyolların Amerika’da yaptıklarına benziyor. Fakat ben bunda ne yiğitlik ne de bu savaştan kazanılmış bir yarar göremiyorum”
Üç yüz yıl savaşmış iki halktan birisi hiç haksızlık ve zulüm yapmamış gibi davranırsa,diğeri de hiç hakıszlığa ve zulme uğramamış gibi davranırsa bu ancak iki halk için de aşağılayıcı bir durum yaratır,başkaca bir işe yaramaz.
Üç yüz yıl süren bu acı günün sonucunu tek bir sayı ile ifade edebilirsiniz:
Her on Adige’den dokuzu bu felakette yaşamını yitirdi. Geriye kalanların da büyük çoğunluğu zalimce anayurtlarından sürüldüler.O günden bu yana bir buçuk asır geçti.Bu güne gelmişiz hala soruyoruz birbirimize: Kim bu felaketi getirdi bize? Kim bu büyük derdi açtı başımıza?
Bu tür “anlamsız” soruları sorup kafamızı yormayalım, başımızı ağrıtmayalım diye Sovyet tarihçileri bize hazır cevaplar bulmuşlardı eskiden.
Öncelikle hatalı olan bizdik!
Din adamlarının sözlerine aldanmış “Bizim gibi Müslümanlarla birlikte yaşayacağız” diyerek bütün bir halk toplanıp Osmanlı imparatorluğuna göç etmiştik.
İkinci olarak; Rusların ne suçu vardı ki, Rus halkını devletini nasıl suçlayabilirsiniz ki?
Burada suçlu olan Rus Çarı ve onun hizmetinde olanlardı.
Hey büyük Allahım! İşte burada öfkelenmemek mümkün değil.
Yazar, yaşlı Adige insanını kamçı ile köyün içinde dört döndürdüklerini yazıyordu.
(Mılhxuejınır pşıjj wuerqıjjxem qaxuk’ue ) “Bey ve soyluların nesli kurusun” diyordu ağıtlarda.(Bu sözlerin gerçeği “Kazak kadınlarının nesli kurusun” şeklinde idi, fakat sonradan “Beylerin ve soyluların” olarak değiştirilmişti.
Bizler genç pionerler (komünist parti çocuk örgütü), ekim devrimi yandaşları, komsomollar (gençlik örgütü) olarak bu sözleri işittikçe büyük bir öfke ve büyük bir kin duyuyorduk halkımızın bu kesimine...
Bize öğretilen bu yaklaşımlar ve nitelemeler ne kadar büyük bir aşağılama imiş halkımıza karşı.Ana yurdu uğruna can veren insanlar için ne kadar basit ve ucuz bir tavırmış.Kardeşlerim! Bu gün sizi davet ediyorum: Atalarımızın “Gavur savaşında” yaptıklarını/yapmadıklarını anlayabilmek için bu gün bizim ayrıca bir delile ihtiyacımız yok.Yılanbaşlı atlarınızı çıkartıp eyerleyin, üzengilerinizin üzerinde dikilerek atlarınızın gemine sımsıkı tutunun, çünkü acımızın ve başımıza gelen felaketin boyutunu daha iyi kavrayabilmemiz için Karadeniz’i geçmemiz gerekecek...Benimle birlikte söylencelerimize ağıtlarımıza destanlarımıza dalın, atalarımızın yanına gelin, sürgünlerin devamı olan nesil’in yaşadığı yerlere gelin.Onların ne söylediklerini dinlemeye davet ediyorum sizi, hem sevap hem memnuniyet verici bir şeydir bu.Söylencelerdeki tarihi tümüyle yeniden ele alıp incelemeye davet ediyorum sizi.
Kim bizimle savaştı, niçin savaştı?
[“Wurısım yi pşşışxuexer di ş’ıgum qıxuol’e. L’ığer zetıraxu jaıewure zawer qıdaş’ıl’e.
Ar qıdezş’l’er guşşe melwuanişem ş’eğur. Zıraş’ıl’a lhepqır ıabjjıb xuediz mehkur” ---
Rus çarları topraklarımız için ölüyorlar, birbirleri ile yarışırcasına bizimle savaşıyorlar. Saldırgan yüz milyondan fazla iken, savunan bir avuç bile olmuyor]
Görüyoruz ki büyük bir devlet bizim karşımıza aldığımız, düşmanımız böylesine güçlü ve saldırgan olunca “ Bize yapılan hiç bir şeyin sorumlusu biz olmasak gerektir” *** Şimdi ne kadar kıyısından dolaşırsak dolaşalım, ne kadar görmezden gelirsek gelelim bir konu hakkında konuşmaktan kaçamayız.
Kendileri ile üç yüz yıl savaşan bir halk hakkında, sahip oldukları kanaat ve o halka verdikleri isim nedeni ile atalarımızı suçlayabilir miyiz?
Yoksa “Çarın politikaları nedeni ile Adıgeler ne kadar acı çekmiş felaketler yaşamış olsalar da Rus halkını Rus Çarı ile özdeşleştirmemek gerekir” diyerek ortalarda dolaşmaya devam mı edeceğiz ?
Kendimizi bu kadar aşağılayarak başka halkların gözünde değer bulacağımızı mı sanıyoruz?
Yine soruyorum... Kim bizimle savaştı?
Bizimle savaşanların isimlerinin önünde “jj” son eki var, onlara karşı bir küçümsemeyi, antipatiyi gösteren işaret olarak var bu ek. “wurısıjjxer, Qezaqıjjxer, Gawurıjjxer”
“seletıjjxer” (selet=asker). İfadelerini hatırlayalım.
“Wurısıjju Quenthkım ş’ığuxer” sözü bizim dilimizde değil mi?
(Quenthk- къуэнтхъ) = savaş ganimeti.
Bu “Gavur savaşında” biz iki kez öldük.
Öncelikle; ata mirası olarak üzerinde yaşadığımız toprağı parça parça kopartarak geniş alanlarımızdaki yaşamı daracık bölgelere hapsettiler.
Tarım yapacak toprağımız kalmadı, bizim eskiden beri yaşam kaynağımız olan atçılık, arıcılık, hayvancılık yapacak alanlarımız kalmadı, meyva yetiştirdiğimiz güneşli dağ yamaçlarımızı, ormanlarımızı yaktılar.
Hepsinden daha önemlisi halkımızın soluk almasına, gelişmesine varlığını geliştirmesine müsaade etmediler. Tüm halkların örnek aldıkları güzel yaşantımızı ve geleneklerimizi devam ettirmemize engel oldular.
Sonunda üç yüz yıl süren savaşlarda bir kaç nesil gelip geçti ki bunlar savaştan başka bir iş olduğunu, erkekler için savaşçı olmanın dışında bir meslek olduğunu dahi bilmediler.
Atalarımız bunu çok iyi anladıkları için “Zamanında ekilemeyen toprak” deyimini kullanmışlardı vatan toprakları için.
“Ömrümüzce üzerinde yaşadığımız toprağı, sürdüğümüz atı kazaklar elimizden aldığı gün” diyen kara gün tarifleri ile “Mezar yerlerimiz ile arı kovanlarımız bile Rusların elinde kalmışsa gazavat ile ölüme gidelim” diyen ağıtlar mevcuttur söylencelerimizde.
Başka bir çare kalıyor mu acaba bize?
“Dumanlar içinde her sonbahar yakıyorlar bizi, külleri eşeleyerek bahara çıkıyor, yine yaşamaya devam ediyoruz” diyor bir başka ağıtta.
İşte bu şekilde bir kez öldürdüler bizi.
Başımıza bu felaket geldikten sonra, ya bize dayatılan şekilde yaşayacak, ya da ölecektik.
Bunların dışında bir yol varmı?
N.Klingen şöyle yazıyor: “Çerkesler vatanlarını çok seviyorlardı, fakat onlar yaylalardan başka yere yerleştirilmeyi kabul etmiyorlardı. Onların özgürlüğe olan sevgileri vatanlarına sevgilerinden de daha öteydi. Önlerinde ya her şeyi kabul etmek veya ölmek seçenekleri vardı, onlar da ölmeyi seçtiler ve binlerce yıllık kültürleri de kendileri ile birlikte öldü”
Bunu söylemek çok acı ama sonuç olarak o dönemde ölmek üzerine bir kültür yarattık biz.
Bakın eski sözlerimize : “Ölümde yiğitlik vardır”; “Ölümden çok ayıptan sakın”;
“Yiğitlik birinci, ölüm ikincidir” ; “Yiğit ecelden ürkmez”; “Yaşam onurdur, onursuzca ölürsen boşa ölmüşsündür”; “Ömrünce aşağılanmaktansa bir gün yaşa” ; “ canını ver onur al”
Görüldüğü gibi Adigeler onurunu korumak için fazlaca düşünmeden canını vermeye hazır bir halktı.
Bu yol ayrımına gelmiş kahramanların düşüncelerini söylencelerde destanlarda okuduğunuzda, dinlediğinizde duygulanıyor, hassaslaşıyorsunuz ister istemez.
“Ajeğuey’lerin Firdevs’i atın terkisinde götürürlerken, arkalarından bakıyor genç kızı görüyoruz.
Götürmelerine izin verirsek cemiyetin yüz karası bu, izin vermezsek bizi öldürecekler... Dönüyoruz rezil oluyoruz, ölüyoruz ocağımız sönüyor” diyerek kısa bir süre düşünceye dalan Wuerq genci “Ömrümüzde bir ölüm var, ölürsekde gazavatımız olur” diyerek ordunun arasına dalıyor.
İnsanların söylediklerine karşı sakınırdı Çerkes insanı, “Bu kural” savaşta bile geçerliliğini korurdu.
“Yaklaşıyoruz ölüyoruz, uzaklaşıyoruz söz oluyor, yaklaşıp öldürtüyoruz kendimizi”
Zannetmeyin ki sadece erkekler silaha sarıldı “Gâvur savaşında”.
“Biz kadınları töreye aykırı şekilde tüfek namlusu ile çevirdiler” diyerek dönüp kendini öldürten kadındır Şogenlerin kızı Guaşehurey”
“Ben neyi bekliyorum” diyerek öne çıkıp kendini öldürten bir başka kadındır Şırıhu Guaşef’.
Şimdi kadınlarımızın cephesinden bakalım, meseleyi onların ağzından dinleyelim.
Annelerimizin ve bacılarımızın yüreğini çürüten sıkıntıları dinleyince “erkek olup ölmek daha mı iyi acaba” düşüncesine sevk ediyor insanı.
Bu savaşlarda kadınlarımızın başına gelen felaketlerden bahseden öyle ağıtlar yaşanan öyle olaylar var ki bizim söylencelerimizde, bunları dinledikten sonra kadınların silah alıp savaşmalarına şaşırmıyor insan. “Annesi gazavatın öncüsü” diyen bir ağıtımız var bizim.
Rus Kafkas savaşlarında din ile alakalı pek çok olay da olmuştur geçmişte.
Bunlardan bahsetmeden geçmek olmaz.
Her şeyden önce bir konuyu çok açık şekilde ifade etmek gerekiyor: Ben 22 yıldır Adige söylenceleri üzerine çalışıyorum ve bu süre zarfında bahsettiğimiz savaş ile ilgili ağıtlar ve söylenceler dışında, ne öncesinde ne sonrasında dini motifler üzerine kurulu Adige söylencesine veya şarkısına/ağıtına rastlamadım.
Şöyle yaparsam cennete giderim, şöyle yaparsam cehenneme giderim gibi bir düşünce ile hareket etmemiştir hiç bir Adige.
Onların düşünceleri ölümde bile isimlerinin iyilik, güzellik, kahramanlık ile bir arada anılması için çaba göstermekten ibaretti.
Adige dünya görüşü ve Adige kültürü ile donanmış halkımıza hiç bir dönemde hiç bir din baskın gelememiş, halkın günlük yaşamında kendi kurallarını hakim kılamamıştır.
Adıge ruhunun ve Adige yaşam biçiminin hiç bir dini benimseyemediğinin bir işareti değil midir şu söz: “Din gelip geçicidir, kalıcı olan halkındır – Dinır yix’a yik’si Wuqızıxuenejınur wui lhepqs”
Bununla yetinmeyene yine bir eski söz: “Cesurlar (kendilerinden) büyük tanrıdan hoşlanmazlar”
Şimdi bana yeryüzünde bir tek halk daha gösterebilir misiniz ki düşünceleri ve ruhu bunca özgür olsun.
Dönelim “Gavur savaşını” anlatan ağıtlara ve türkülere.
İşte bunlarda İslam dininden kaynaklanan düşünceler ve davranış biçimleri çokça var.
Fakat ilginçtir ki dinin insana insan gibi yaşamayı ve davranmayı öğütleyen, yaşadığımız dünyanın kavranmasını kolaylaştıran düşüncelerini almıyor bizim insanımız.
Yerine dinin söylence bölümünü almayı yeğliyor, en azından söylencelerde görülen durum budur.
Kendisini, ailesini, akrabalarını kavmini toprağını korumakla ilgili birçok dinden kaynaklı bölüm vardır o dönemin sözlü edebiyatında.
Yine de yukarıda söylediğim “din adamlarına aldanarak halkımız kalkıp Müslüman topraklarına göç etti” sözlerini çürütecek iki örnek daha vermek istiyorum.
“mole nepts’xew txetxem waz pxencır qıtxuaş’ır,de txuepsew xuedew jaıwure leyişxue qıdaxır”
(Sahte mollalar yanlış vaazlar veriyorlar, bizden gibi görünerek büyük kötülük ediyorlar)
“Turk qur-anagexer digum yi jağues,di gur yiqutex’awe xekum dok’ijir”
(Türk mollaları gönlümüze kötü geliyor, gönlümüz kırık yurttan gidiyoruz)
Görüldüğü gibi insanlar durumun farkındalar, hiç kimse mollaların peşine takılıp gitmiyor fakat çaresizlikten yollara düşüyorlar.
O döneme dair yazılanlarda şöyle anlatılıyor bu yolculuk:
“...Yollarda gördüklerimizi insanın aklı almıyor. Çocuk kadın yaşlı insanların cesetleri yolarda kalmış köpekler parçalamışlardı.
Hastalıktan ve açlıktan bitap düşmüş insanların adım atacak güçleri kalmamıştı, o kadar ki sağ insanları bile köpekler parçalayıp yiyorlardı. Sağ kalanların ölüleri düşünecek durumları yoktu.
Türk gemiciler onları bir eşya gibi gemilere dolduruyor, birazcık hastalandığını farkettikleri kişiyi denize atıyorlardı.
Çaresizlik insanoğluna çok şey yaptırıyor. İnsanlar cesetlerini denize attırmamak için yine Türk gemicilerden satın aldıkları tahtalara cesetlerini bağlayıp denize bırakıyorlardı.
Belki dalgalar cesetleri tekrar karaya götürür de birisi onları gömer ümidi ile yapıyorlardı bunu.
Bazıları da cesetlerini tahtalara bağlıyor, tahtaları da sırtlarına bağlayarak karaya çıkıncaya kadar muhafaza etmeye çalışıyorlardı.”
“Bizi tahtalarla sırtımıza bağlı cesetlerimizi çıkartmakla korkutuyorlar” diyor ağıtta.
Osmanlı topraklarına ulaşanların karşılaştıkları olayları anlatmaya kalkarsak ayrı bir yazı konusu olur. 1995 yılında konuştuğum 90 yaşlarında bir Ürdün Adigesi olan Yerves İbrahim’in söylediğine göre, onların yaşadıklarını tek bir cümle ile özetlemek mümkün:”Topraklarımızda domuz yayacaklar diyerek kalkıp yollara döküldükte gelip domuzun karnına düştük”
Savaş savaştır.
Üç yüz yıl süren savaşta halkına ihanet eden çok insan da çıktı aramızdan, kötülüğünü örtbas etmeye gerek yok...
İhanet edenlerin adları söylenmeden töre uygulanırdı eski zamanda.
İsim zikredilmeden yaptıklarından bahsedilerek herkesin o kişileri tanıması sağlanırdı.
Öyle ki bu durum fazlaca uzadığında, bu tür kişilerin kimliği anlaşılmadığında söylenmiş “xabzer qızgurmı-uem wu wubze qıf’oş’ – töreyi anlamayan güzel söz söylediğini sanır” denilecek bir duruma gelindiğinde casusların adı sonunda açıkça telaffuz edilirdi.
Bu tür ağıtlarda ismen bahsedilen, hatta lanet edilen insanlar da çıkmıştır halkımızın içinden.
Adige töresi onurlu düşmana onurlu dost gibi değer verir, böylelerinin haysiyetini korumayı şart koşardı. Bizim atasözümüz değil midir “Bğenıbjjeğume wuiğanıbjjeğunu, bğabiyme wuğabiyinu l’ı des mıbı–Dostluk edersen dostluk, düşmanlık edersen düşmanlık edecek erkek var mı burada” diyen.
Bizden hainler çıktığı gibi Rus tarafından da insanlık ve mertlik gösteren pek çok kimse çıktı o dönemde.
Bunlara da bir örnek olarak Karadeniz kıyısındaki kale komutanı Rayevski’nin ordu komutanı Graf Çernişev’e yazdığı rapordan bir bölüm aktarmak istiyorum “Ben öncelikle tek başıma da olsam, bizim Kafkasya’da yürüttüğümüz savaşın ve bu savaşta yapılanların karşısında olduğumu belirtmek istiyorum. Bundan dolayı da ben bu toprakları terk ediyorum. Bizim Kafkaslarda yaptıklarımız İspanyolların Amerika’da yaptıklarına benziyor. Fakat ben bunda ne yiğitlik ne de bu savaştan kazanılmış bir yarar göremiyorum”
Üç yüz yıl savaşmış iki halktan birisi hiç haksızlık ve zulüm yapmamış gibi davranırsa,diğeri de hiç hakıszlığa ve zulme uğramamış gibi davranırsa bu ancak iki halk için de aşağılayıcı bir durum yaratır,başkaca bir işe yaramaz.
Bu yazı KBC üniversitesi filoloji profesörü,ve Adige sözlü tarihi uzmanı Tsıpıne Aslen tarafından mayıs 2006 Adige psalhe gazetesinde yayınlanmıştır. Çeviri : Ergün YILDIZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder